BOĞAZİÇİ Dergi, Ocak 13
Kara
Kitap, Orhan Pamuk’un 1990’da yazdığı ve belki de en çok tartışılan
romanlarından birisidir. Uzun cümleler, iç içe girmiş öyküler, hatıralarda geri
gidişler, düş bahçelerinde gezintiler ve arayışlarla doludur. Galip, Rüya’ya
aşıktır; Rüya’nın kocasıdır. Rüya, bir gün “ansızın” Galip’i terkeder. Galip,
kitap boyunca Rüya’yı ve kendini arar, anlamaya çalışır. Rüya’nın akrabası
Celal, bir gazetede takma bir isimle köşe yazıları yazan bir gazetecidir.
Celal, Rüya ve Galip’in hayatında son derece önemlidir. Roman boyunca,
otobüste, vapurda, işyerinde, evde Galip, Celal’in yazılarını okur. Celal, çok
yakınındaki bir göz gibi; Galip’in yaşadıkları, arayışları, soruları üzerinden
cevaplar verir, yol göster gibidir. Galip, bu durumu zaman zaman kuşkuyla
karşılasa da, Celal’e hayranlığı kitap boyunca devam eder.
“Boğazın
Suları Çekildiği Zaman”, Celal’in köşe yazılarından ilkidir. Kitabın okurları
tarafından en çok beğenilen, yorumlanan, alıntılanan yazılardan biridir. Celal,
bir felaket senaryosu anlatır. Bir Fransız jeoloji dergisinde okuduğuna göre,
yakın gelecekte Boğaz’ın suları çekilecek, onun yerinde kocaman kara bir boşluk
oluşacaktır. Celal, bu felaketin izlerini sürer. Boğaz’ın suları içinde, “aşağıda” olan bitenleri, derinliklere
saplanmış türlü hatırayı zihninde canlandırır.
Yıllar
öncesinden gazoz kapakları, gümüş ve teneke çatal bıçaklar, yıllanmış şarap
fıçıları ve sahici bir kule gibi yükselen Kız Kulesi göze gelir.
... Kız
Kulesi'nin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükseleceği bu
derin ve vahşi vadide yeni bir hayat başlayacak... Bu kıyametimsi kargaşanın
içinde Şirketi Hayriye'den kalma yan yatmış gemi leşleriyle gazoz kapağı ve
deniz anası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son günde karaya
oturmuş Amerikan transatlantikleriyle yosunlu İon sütunları arasında açık
ağzıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran Kelt ve Likyalı
iskeletleri olacak. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal
bıçaklar ve bin yıllık şarap fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu
kadırga leşleri arasından yükselecek bu medeniyetin antik ocak ve lambalarını
yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir Romen petrol
tankerinden alacağını da hayal edebiliyorum. Ama asıl hazırlıklı olmamız gereken
şey, bütün İstanbul'un koyu yeşil lağım şelaleleriyle sulayacağı bu lanet
çukurda, tarih öncesinin yeraltından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan
bataklıklar, yunus, kalkan ve kılış leşleri ve yeni cennetleri keşfeden fare
orduları içerisinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır. Biliyorum ve
uyarıyorum: o gün, dikenli tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede
olup biten felaketler hepimizin içine işleyecek...[i]
Kara
bir Cadillac’ın hikayesinden bahseder Celal. Yıllar önce gazetelere konu olmuş
tutkulu bir aşk hikayesidir. Boğaz’ın sularına gömülen Cadillac’tan bir daha
haber alınamamıştır. Boğaz’ın suları çekildiği zaman, bu öykünün de yeniden
yazılacağını düşünmektedir yazar.
...Kara Cadillac,
bundan otuz yıl önce ben, bir acemi muhabirken serüvenlerini izlediğim ve
patronu olduğu bir batakhanenin girişindeki iki İstanbul resmine hayran olduğum
bir Beyoğlu haydudunun ("gangster" demeye dilim varmıyor) caka
arabasıydı. Arabanın İstanbul'da birer eşi o zamanların demiryolu zengini Dağdelen ile tütün kralı Maruf'ta vardı. Son saatlerini bir hafta tefrika
ederek hikaye ettiğimiz ve biz gazetecilerin efsaneleştirdiği haydutumuz bir
geceyarısı polis tarafından sıkıştırılınca, sevgilisiyle bir iddiaya göre
esrar sarhoşluğundan, bir iddiaya göre de bilerek atını uçuruma süren eşkıya
gibi Akıntı Burnu'ndan Cadillac'ıyla birlikte Boğaz'ın karanlık sularına
uçmuştu. Dalgıçların deniz dibi akıntısında günlerce arayıp bulamadıkları,
gazetelerin ve okuyucuların da kısa süre sonra unuttukları Cadillac'ı nerede bulacağımı
ben şimdiden kestirebiliyorum.
Orada, eskiden 'boğaz' denilen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında, elmaslar, küpeler, gazoz kapakları ve altın bileziklerin parladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı yamaçların gerisinde bir yerde, çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş eroin laboratuarının ve kaçak sucukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve deniz minareli kumluğun az ötesinde olacak.
Orada, eskiden 'boğaz' denilen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında, elmaslar, küpeler, gazoz kapakları ve altın bileziklerin parladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı yamaçların gerisinde bir yerde, çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş eroin laboratuarının ve kaçak sucukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve deniz minareli kumluğun az ötesinde olacak.
Eskiden
"Sahil Yolu " denilen, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyen
asfalttan geçen arabaların kornalarını dinleyerek indiğim leş kokulu bu
karanlığın sessizliğinde arabayı ararken, içlerinde boğuldukları çuvallardaki
iki büklüm durumlarını hala koruyan saray kumpasçılarının ve haçlarına ve
asalarına sarılı Ortodoks papazlarının bileklerine gülle bağlı iskeletlerine
rastlayacağım. Tophane rıhtımından Çanakkale'ye asker gönderen Gülcemal
vapurunu torpillemek isterken, uskuru balıkçı ağlarına, burnu da yosunlu
kayalıklara çarptıktan sonra deniz dibine çöken ingiliz denizaltısının soba
borusu gibi kullanılan periskopundan çıkan mavimsi dumanları görünce,
oksijensizlikten ağzı açık kalmış İngiliz iskeletlerinin temizlendiği ve
kadifeyle kaplı albay koltuğunda çin porselenleriyle akşam çayına artık Liverpool
tezgahlarında imal edilmiş yeni yuvalarına huzurla alışan vatandaşlarımız
içtiğini anlayacağım. Karanlığın içinde, daha ötede Kayzer Wilhelm'e bağlı bir
zırhlının paslı çabası olacak; sedeflenmiş bir televizyon ekranı bana göz
kırpacak. Yağmalanmış bir ceneviz hazinesinin artıklarını, ağzı çamurla
tıkanmış kısa namlulu bir topu, yıkılıp kaybolmuş bazı devlet ve kavimlerin
midyeyle kaplı tasvir ve putlarıyla burun üstü duran pirinç bir avizenin patlak
ampullerini göreceğim. Gittikçe aşağıya inerek, çamur ve kayalar içinde
yürürken, zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle
iskeletlerini seyredeceğim. Yosun ağaçlarından sarkan gerdanlık, gözlük ve
şemsiyelere dikkat etmeyeceğim belki, ama inatla hala ayakta dikilen muhteşem
at iskeletlerine bütün silah, zırh ve takım taklavatlarıyla binen haçlı
şövalyelerine bir an dikkat ve korkuyla bakacağım. Üzeri midyelerle kaplı
sembol ve silahlarıyla kaplı haçlı iskeletlerinin hemen yanı başlarında duran Kara
Cadillac'ı beklediklerini o zaman korkuyla anlayacağım...[ii]
Bu
güzel betimlemelerden sonra, hatırayı tutkulu bir aşk hikayesine dönüştüren
kısımla felaket senaryosu tamamlanır. Boğaz’ın altında, böyle hikayelere
tanıklık etmek mümkün olur mu bir gün bilinmez ama, Celal’in düş bahçelerinde
daha birçok düşünce ve tespit, gazete köşelerinden okurlarına ulaşıyor
olacaktır. Dörtyüzonaltı sayfa boyunca.
...Gece
yarısı, bu korkunç ve büyülü karanlıkta kibritimi yakınca arabanın haçlı
zırhları gibi hala parlayan güzelim direksiyonun, nikelajlı sayaçlarının, ibre
ve saatlerinin madeni ışığında haydutla sevgilisinin bilezikli ince kollarıyla
ve yüzüklü parmaklarıyla birbirlerine sarılarak ön koltukta öpüşen
iskeletlerini göreceğim. yalnız iç içe geçen çene kemikleri değil, kafatasları
da ölümsüz bir öpüşle birbirine kaynamış olacak.
O zaman,
kibritimi bir daha yakmadan gerisin geriye şehrin ışıklarına dönerken, felaket
anlamında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir
sevgiliye acıyla sesleneceğim: Canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı
gelip çattı, gel bana, nerede olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir
yazıhane, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi
yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam, gel bana; yaklaşan korkunç felaket
unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün
gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık...[iii]