18 Ocak 2013 Cuma

Boğazın Suları Bir Gün Çekilirse (Yayınlanan Yazılar)



BOĞAZİÇİ Dergi, Ocak 13

Kara Kitap, Orhan Pamuk’un 1990’da yazdığı ve belki de en çok tartışılan romanlarından birisidir. Uzun cümleler, iç içe girmiş öyküler, hatıralarda geri gidişler, düş bahçelerinde gezintiler ve arayışlarla doludur. Galip, Rüya’ya aşıktır; Rüya’nın kocasıdır. Rüya, bir gün “ansızın” Galip’i terkeder. Galip, kitap boyunca Rüya’yı ve kendini arar, anlamaya çalışır. Rüya’nın akrabası Celal, bir gazetede takma bir isimle köşe yazıları yazan bir gazetecidir. Celal, Rüya ve Galip’in hayatında son derece önemlidir. Roman boyunca, otobüste, vapurda, işyerinde, evde Galip, Celal’in yazılarını okur. Celal, çok yakınındaki bir göz gibi; Galip’in yaşadıkları, arayışları, soruları üzerinden cevaplar verir, yol göster gibidir. Galip, bu durumu zaman zaman kuşkuyla karşılasa da, Celal’e hayranlığı kitap boyunca devam eder.

“Boğazın Suları Çekildiği Zaman”, Celal’in köşe yazılarından ilkidir. Kitabın okurları tarafından en çok beğenilen, yorumlanan, alıntılanan yazılardan biridir. Celal, bir felaket senaryosu anlatır. Bir Fransız jeoloji dergisinde okuduğuna göre, yakın gelecekte Boğaz’ın suları çekilecek, onun yerinde kocaman kara bir boşluk oluşacaktır. Celal, bu felaketin izlerini sürer. Boğaz’ın suları içinde,  “aşağıda” olan bitenleri, derinliklere saplanmış türlü hatırayı zihninde canlandırır.

Yıllar öncesinden gazoz kapakları, gümüş ve teneke çatal bıçaklar, yıllanmış şarap fıçıları ve sahici bir kule gibi yükselen Kız Kulesi göze gelir.

... Kız Kulesi'nin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni bir hayat başlayacak... Bu kıyametimsi kargaşanın içinde Şirketi Hayriye'den kalma yan yatmış gemi leşleriyle gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son günde karaya oturmuş Amerikan transatlantikleriyle yosunlu İon sütunları arasında açık ağzıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran Kelt ve Likyalı iskeletleri olacak. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar ve bin yıllık şarap fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu kadırga leşleri arasından yükselecek bu medeniyetin antik ocak ve lambalarını yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir Romen petrol tankerinden alacağını da hayal edebiliyorum. Ama asıl hazırlıklı olmamız gereken şey, bütün İstanbul'un koyu yeşil lağım şelaleleriyle sulayacağı bu lanet çukurda, tarih öncesinin yeraltından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan ve kılış leşleri ve yeni cennetleri keşfeden fare orduları içerisinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır. Biliyorum ve uyarıyorum: o gün, dikenli tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup biten felaketler hepimizin içine işleyecek...[i]

Kara bir Cadillac’ın hikayesinden bahseder Celal. Yıllar önce gazetelere konu olmuş tutkulu bir aşk hikayesidir. Boğaz’ın sularına gömülen Cadillac’tan bir daha haber alınamamıştır. Boğaz’ın suları çekildiği zaman, bu öykünün de yeniden yazılacağını düşünmektedir yazar.

...Kara Cadillac, bundan otuz yıl önce ben, bir acemi muhabirken serüvenlerini izlediğim ve patronu olduğu bir batakhanenin girişindeki iki İstanbul resmine hayran olduğum bir Beyoğlu haydudunun ("gangster" demeye dilim varmıyor) caka arabasıydı. Arabanın İstanbul'da birer eşi o zamanların demiryolu zengini Dağdelen ile tütün kralı Maruf'ta vardı. Son saatlerini bir hafta tefrika ederek hikaye ettiğimiz ve biz gazetecilerin efsaneleştirdiği haydutumuz bir geceyarısı polis tarafından sıkıştırılınca, sevgilisiyle bir iddiaya göre esrar sarhoşluğundan, bir iddiaya göre de bilerek atını uçuruma süren eşkıya gibi Akıntı Burnu'ndan Cadillac'ıyla birlikte Boğaz'ın karanlık sularına uçmuştu. Dalgıçların deniz dibi akıntısında günlerce arayıp bulamadıkları, gazetelerin ve okuyucuların da kısa süre sonra unuttukları Cadillac'ı nerede bulacağımı ben şimdiden kestirebiliyorum.                 

Orada, eskiden 'boğaz' denilen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında, elmaslar, küpeler, gazoz kapakları ve altın bileziklerin parladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı yamaçların gerisinde bir yerde, çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş eroin laboratuarının ve kaçak sucukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve deniz minareli kumluğun az ötesinde olacak.

Eskiden "Sahil Yolu " denilen, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyen asfalttan geçen arabaların kornalarını dinleyerek indiğim leş kokulu bu karanlığın sessizliğinde arabayı ararken, içlerinde boğuldukları çuvallardaki iki büklüm durumlarını hala koruyan saray kumpasçılarının ve haçlarına ve asalarına sarılı Ortodoks papazlarının bileklerine gülle bağlı iskeletlerine rastlayacağım. Tophane rıhtımından Çanakkale'ye asker gönderen Gülcemal vapurunu torpillemek isterken, uskuru balıkçı ağlarına, burnu da yosunlu kayalıklara çarptıktan sonra deniz dibine çöken ingiliz denizaltısının soba borusu gibi kullanılan periskopundan çıkan mavimsi dumanları görünce, oksijensizlikten ağzı açık kalmış İngiliz iskeletlerinin temizlendiği ve kadifeyle kaplı albay koltuğunda çin porselenleriyle akşam çayına artık Liverpool tezgahlarında imal edilmiş yeni yuvalarına huzurla alışan vatandaşlarımız içtiğini anlayacağım. Karanlığın içinde, daha ötede Kayzer Wilhelm'e bağlı bir zırhlının paslı çabası olacak; sedeflenmiş bir televizyon ekranı bana göz kırpacak. Yağmalanmış bir ceneviz hazinesinin artıklarını, ağzı çamurla tıkanmış kısa namlulu bir topu, yıkılıp kaybolmuş bazı devlet ve kavimlerin midyeyle kaplı tasvir ve putlarıyla burun üstü duran pirinç bir avizenin patlak ampullerini göreceğim. Gittikçe aşağıya inerek, çamur ve kayalar içinde yürürken, zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğim. Yosun ağaçlarından sarkan gerdanlık, gözlük ve şemsiyelere dikkat etmeyeceğim belki, ama inatla hala ayakta dikilen muhteşem at iskeletlerine bütün silah, zırh ve takım taklavatlarıyla binen haçlı şövalyelerine bir an dikkat ve korkuyla bakacağım. Üzeri midyelerle kaplı sembol ve silahlarıyla kaplı haçlı iskeletlerinin hemen yanı başlarında duran Kara Cadillac'ı beklediklerini o zaman korkuyla anlayacağım...[ii]

Bu güzel betimlemelerden sonra, hatırayı tutkulu bir aşk hikayesine dönüştüren kısımla felaket senaryosu tamamlanır. Boğaz’ın altında, böyle hikayelere tanıklık etmek mümkün olur mu bir gün bilinmez ama, Celal’in düş bahçelerinde daha birçok düşünce ve tespit, gazete köşelerinden okurlarına ulaşıyor olacaktır. Dörtyüzonaltı sayfa boyunca. 

...Gece yarısı, bu korkunç ve büyülü karanlıkta kibritimi yakınca arabanın haçlı zırhları gibi hala parlayan güzelim direksiyonun, nikelajlı sayaçlarının, ibre ve saatlerinin madeni ışığında haydutla sevgilisinin bilezikli ince kollarıyla ve yüzüklü parmaklarıyla birbirlerine sarılarak ön koltukta öpüşen iskeletlerini göreceğim. yalnız iç içe geçen çene kemikleri değil, kafatasları da ölümsüz bir öpüşle birbirine kaynamış olacak.

O zaman, kibritimi bir daha yakmadan gerisin geriye şehrin ışıklarına dönerken, felaket anlamında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla sesleneceğim: Canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhane, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam, gel bana; yaklaşan korkunç felaket unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık...[iii]



[i] Orhan Pamuk, Kara Kitap, İstanbul: İletişim, 1990,  s. 23-24.
[ii] Pamuk,s. 25-26.
[iii] Pamuk,s. 27.

LasVegas



Bir New York’u, bir Londra’sı, bir Paris’i, bir de Venedik’i olan bir şehir. İyi mi kötü mü düşüneceğinize karar veremiyorsunuz. Burnunu kıtadan dışarı çıkartmamış bir Amerikalıysanız, çocuklarınıza güzel bir Avrupa seyahati yaptırmanın ekonomik ve konforlu bir yolu olabilir. Tabi akşam çocuklar uyumalı ki, siz Casino’lara geçebilin.

Aslında pek çocuklu ailelerin tercihi değil Vegas; çölün ortasında, birçok lüks ve devasa otelden oluşan bir şehir. Bir Avrupa tatilinde, otelin tek anlamı uyumak ve kahvaltı etmek iken çoğu yerde; bu şehir otellerle nefes alıyor. Oteller arasında ücretsiz tramvay hatları çalışıyor. Birbirine yakın oteller arasında yürüyerek geçiş yapabiliyorsunuz. Her otelin altında Casino’lar var. Bir de Starbucks’lar.

Casino makinelerinde, 1 Dolar’dan başlayan tutarlarda kumar oynayabiliyorsunuz. Daha sıkı kumarbazlar için 25 Dolar’la açılan makinelerin bulunduğu özel alanlar mevcut. Kumar oynarken, dekolteli  garson kadınların ücretsiz içki servisinden faydalanabiliyorsunuz. Ancak turist rehber kitabı özellikle uyarıyor: “Kumar oynarken, alkolden ve alkol gezdiren kadınlardan mümkün olduğunca uzak durun, ne kadar kaybedeceğinizi kestiremezsiniz.”

Casino’larda poker masaları da geniş yer kaplıyor. Kazananlardan çığlıklar yükseliyor, hangi masada kimin kazandığını bulunduğunuz yerden görebiliyorsunuz. Belki de görünmek için bağırıyorlar zaten; “Evet bu gece bir yerlerde birileri çok kazanıyor, birilerinin saaatlerdir oynadığına değdi sonunda evet!”

Kumar oynayanları gruplamak pek kolay değil. Çok zenginler, belli bir yaşın üstündekiler, daha çok erkekler oynuyor diye bir durum söz konusu değil. Hemen herkes oynuyor. Türkiye’de otelin lobisinde oturup bir çay veya kahve eşliğinde sohbet etmek, soluklanmak gibi bir durum Vegas otelleri için. Zaten, otellerde, Türkiye’deki gibi çay kahve içip sakin sakin oturabileceğiniz yerler yok, uzun sıralar beklemek zorunda kaldığınız Starbucks’lar hariç.

“New York”ta Özgürlük Anıtı ve Brooklyn Köprüsü sizi selamlıyor; içeride kendinizi barlar sokağından geçiyor gibi hissediyorsunuz. Cirque du Soleil şovlarının en seksisi  Zumanity de New York’ta oynuyor...

“Paris”te Eyfel Kulesi’nde yemek yiyebiliyorsunuz. Paris’te olduğunuzu size hatırlatmak üzere kocaman bir Paris yazısı, Eyfel Kulesi önünde yükseliyor. Hemen karşısındaki Bellagio Oteli’nden Paris manzarası -gece ışıklarıyla özellikle- görülmeye değer. Biraz sabredip beklerseniz, Bellagio’nun önündeki devasa havuzda muhteşem bir su gösterisine tanık oluyorsunuz. Su fıskiyeleri müzik eşliğinde dans ediyor, ve Eyfel’in tepelerine kadar sular yükseliyor.

Belki de en şaşırtıcı ve etkileyici olanı Venetia otel kompleksi. Girişteki birkaç gondola ve önündeki su birinkintisine bakıp “Venedik için yapabileceğinizin en iyisi bu mu yani?” diyebilirsiniz. Ancak otelin içine doğru ilerlediğinizde karşılaştığınız manzara sizi çok şaşırtıyor. İçeride bir kanal boyunca giden gondollar, şarkılar söyleyerek gondolları kullanan siyah beyaz çizgili gömlekli ve kırmızı fularlı kürekçiler, kanal boyunca sağlı sollu lokantalar ve dükkanlar, ve tepenizde beyaz bulutlu mavi bir gökyüzü var. Hepsi, size kendinizi Venedik’te hissettirmek için orada.

Her şeyin bunca yapay olduğu bir yerde, bu kadar çok ayrıntıya bu kadar dikkat edilmiş olması karşısında ne düşünüp, ne hissedeceğinizi şaşırıyorsunuz. Venedik’te değilsiniz evet, ama Venedik’e en az bir kere gittiyseniz, zihninizde kalan en belirgin detaylar incelikle işlenmiş halde gözlerinizin önünde duruyor.

Tepenizdeki gökyüzü dekorundaki birleşme noktaları ise (beyaz bulut üzerindeki küçük mavi yuvarlaklar), Truman Show filmini anımsatıyor. Koca bir yalanın içinde yaşadığını, binbir zorlukla bindiği teknesini –yapay adayı terketmemesi için film seti ekibi, Truman’ı sudan korktuğuna inandırıyor- gökyüzü ile denizin birleştiği yerde, “gökyüzü”ne çarpınca anlıyor. Filmin belki de en güzel karesi bu kısmı. Gerçekliğin kırıldığı, “gerçek”lerin birbirine karıştığı an.

“Venedik” de koca bir yalan mı, aksi için bir vaadi yok, “burası Venedik’tir” demiyor. Ama “Venedik’e dair “en”ler burada, hepsini sizin için buraya getirdik, burada yeniden inşa ettik” mesajı var. Nasıl bir turist olduğunuza bağlı aslında hissedebilecekleriniz. Yeni bir yere giderken; elinize rehber alıp, kısa zamanda en can alıcı yanları görmek, “ben bunları gördüm, burada oldum” demek arzusunda iseniz, Las Vegas’ta kurulan devasa sahne tam size göre. Ama “gezmeyi, dar zamanlara sıkıştırmayı sevmiyorum. Şehrin sokaklarında aylak aylak dolaşmak, lokal tatları, ayrıntıları keşfetmek istiyorum”cuysanız, Las Vegas sizde hep bir “miş gibi” hissi yaratacaktır. Her ne kadar “miş gibi” de bulsanız, harcanan emeği ve parayı büyük ihtimalle takdir edeceksiniz.

Kumar ve aklınıza gelebilecek her türlü renkli show -su showları, akrobasi showları, stand-uplar, striptiz showlar, night clublar- ömrünüzde en az bir kez, neyse parası verip doya doya, kendinizden geçerek yapmak isteyeceğiniz tutkularsa, doğru yerdesiniz. Güvenli oteller arasında, minik cennetlerinizi keşfedebilirsiniz. Ve yerlilerin dediği gibi, “Vegas’ta olan çoğu zaman Vegas’ta kalır” J

8 Ocak 2013 Salı

Bryant Park


New York’u sevmek ve sevmemek için yeter sayıda sebep bulunabilir herhalde. Alabildiğine kalabalık ve hemen her şeyin imkan dahilinde olduğu bir dünya şehri.

Ben bir cimcime yüzünden seviyorum bu şehri o ayrı mesele...

Her milletten insan ile, şehir silüetini gökdelenlerin oluşturduğu bir mimari oluşum burası. Sokaklarda dolaşırken, karşılıklı gökdelenlerin gün ışığını kestiği bir yerleşke. Güneşi, park alanlarında ve bulvarlarda görüp, güneş gözlüğünüzü ancak o zamanlarda takma ihtiyacı duyabildiğiniz şehir.

Bryant Park, şehrin içindeki küçük ve şirin parklardan biri. Şehir merkezinde yeşil alana, durup dinlenmeye hasret olanlar için, sağa sola bakınarak, sakince vakit geçirmekten, nefes almaktan, dinlenmekten keyif alanlar için bir dinlence yeri.

Baharda ilk geldiğimizde tamamen yeşil alan olan, etrafı minik masalarla çevrili parkın orta yerine
kocaman bir buz pisti kurulmuş Noel sebebiyle. Yeşil alanın üzeri tamamen kaplanmış, üzerine de buz pateni pisti inşa edilmiş. Bir şehir planlamacı ya da mimar ya da şehir bilimci çok daha güzel ve yerinde ifade edebilir bu değişim hakkındaki tespitlerini eminim. Tamamen başka bir yer olarak bildiğiniz alan-bir yeşil park, kocaman bir buz pateni pisti olmuş.

Baharda kahveleri, köpekleri ve kitaplarıyla buraya gelen insanlar, şimdi atkıları bereleri ile buz pateni yapmaya gelmişler.

Değişime, bu denli tümden değişime karşı birisiyseniz ya da biraz bile derdiniz varsa değişikliklerle, son derece garip karşılayabilirsiniz bu durumu. Ama belki de izin vermek lazım zihninizde de böyle değişikliklere bu vesile ile. Başka türlü hiç hayal edemediğiniz yerleri, olayları bambaşka bir açıdan, bambaşka bir gözle görme egzersizi gibi değerlendirilebilir belki de durum. Pekala güzel oluyormuş işte böyle de olduğunda demeye kapı açmalı belki de bu deneyimler.

Herkesin hep "mutlu" olduğu bir yer olarak tanımlıyor cimcime burayı, mutlu olanların geldiği bir yer mi yoksa mutlu olmak için gelinen bir yer mi kısmını bilemiyoruz tam olarak.

Büyük hoparlörlerden jazz müziği, ışıklandırılmış dev bir çam ağacıyla pisti aydınlatan kocaman ışıklar, en az bir onbeş dakikalık meşhur olma fırsatı sunuyor park konuklarına.

Belki bir dahaki bahar, bir panayır kurulur belli mi olur, yazın minikler için küçük bir slalom havuzu ve kışın bir buz hokeyi sahası, neden olmasın:) Mesut insanlar fotoğrafhanelerinden biridir belki de bu park. Geleni içine alan, öğüten, değiştiren; her değişimden de kendini değiştirerek çıkan, dönüştüren bir panayırdır aslı belki de...



1 Ocak 2013 Salı

11 Flowers (Yayınlanan Yazılar)






DIGITURK Dergi, Ocak&Şubat 13

Yönetmenliğini Wang Xiaoshuai’ın yaptığı “11 Flowers”,  Toronto Film Festivali (2011), San Sebastian Film Festivali gibi festivallerde gösterilen, Şubat 2013’te Amerika’da vizyona girmesi beklenen Çin-Fransa-Hong Kong ortak yapımı bir film.

1966 Şangay doğumlu Xiaoshuai, Çin’in “Altıncı Kuşak” olarak adlandırılan sinemacılar arasında anılan ödüllü bir yönetmen. 1993’te ilk uzun metrajlı filmi “The Days”i yazıp yönetti. 2001’de Beijing Bicycle filmiyle Berlin’de Jüri Büyük Ödülü dalında Gümüş Ayı aldı. 2005’te Shangai Dreams filmi ile Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. 2011’de de In Love We Trust filmi ile yine Berlin’de En İyi Senaryo dalında Gümüş Ayı aldı.

Film, Mao iktidarı dönemindeki Çin Kültür Devrimi’nin (diğer adıyla  Büyük Proleter Kültür Devrimi) son yıllarında geçmekte. Kahramanımız 11 yaşındaki Wang Han (Liu Wenqing), fabrika işçisi asabi bir annenin ve sanatçı bir babanın oğlu. Aile, birkaç yıl önce Şangay’dan küçük dağlık bir kasabaya taşınmak zorunda kalmış. Mao iktidarı, o yıllarda birçok aileyi, ulusal birtakım üretim kollarını olası bir Sovyet saldırısından da korumak amacıyla, merkezi yerlerden küçük kasabalara göndermektedir. Babası, Wang’ın “özgürce yaşayabilmesi için” ressam olmasını arzu etmekte, ona bu yönde nasihat vermektedir. 

Dönem, yoksulluk ve şiddetin baskın olduğu bir dönemdir. İş bulabilenler, oldukça zor şartlar altında ve hiç de arzu etmedikleri işlerde çalışmaktadır. Han’ın babası bu duruma çarpıcı bir örnektir. Şangay’da Opera’da bir sanatçı olarak çalışırken küçük bir kasabada işci olarak çalışmak zorunda kalmıştır. İşçi olarak çalışırken yaralandığı gibi, bir işçi arkadaşına yardımcı olmaya çalışırken Kızıl Muhafızlar tarafından da saldırıya uğramıştır.

Wang, okulda beden eğitimi dersinde, öğretmeni tarafından lider seçilir. Ancak “lider”in ilk olarak yeni bir beyaz gömlek edinmesi gerekmektedir. Wang çok önemsediği bu görev için yeni bir gömlek almaya annesini zar zor ikna eder. Yoksul aile için gömlek ciddi bir masraf kalemdir, sonunda bir yıllık biriktirilmiş giysi kuponlarıyla sonunda gömlek alınır, Wang her yerde gururla gömleğini giyer. 

Bir gün nehir kıyısında arkadaşlarıyla oynarken, beyaz gömleğini kaybettiğini sanır, arkadaşlarına kızar, onlardan ayrılır. Sonra gömleği, nehrin içinde bulur, eve dönebilmek için, çalıların üzerine astığı gömleğinin kurumasını bekler. Bu sırada, yaralı birinin koşarak nehir kıyısına geldiğini farkeder (Xie Fulai). Xie yarasını sarmak için gömleği alır. Xie, onu gördüğünden kimseye bahsetmemesine karşılık Wang’a yeni bir gömlek alacağına söz verir. Wang ile Xie arasındaki ilişki böylelikle başlar. Han’ın beyaz gömleği etrafında gelişen olaylar, onun için “masumiyetin kayboluşu”nu simgelemektedir. Han, “hayatın ve dönemin zorlukları” ile gömleğinin çalınması ile tanışır. Xie’nin, yakın zamanda işlenen cinayetle ilişkisini ve gerekçelerini öğrenir, anlamaya çalışır. Kültür Devrimi dönemi, 11 yaşındaki Han’ın gözünden izleyiciye aktarılır.

11 Flowers, Xiaoshuai’nin en iyi filmleri arasında değerlendiriliyor. Usta yönetmen filmde, kendi çocukluğundan, ailesinden, arkadaşlarından, almış olduğu resim derslerinden de esinlenerek, tanık olduğu Kültür Devrimi’nin, Kızıl Muhafızlar’ın baskıcı rejiminin toplum üzerindeki etkilerini, yaşanan değişimleri beyaz perdeye aktarıyor. 

Peki Şimdi Nereye? (Yayınlanan Yazılar)




DIGITURK DERGİ, Ocak&Şubat 13

2011 yapımı film “Peki Şimdi Nereye?”, Lübnanlı yönetmen, senarist ve oyuncu Nadine Labaki’nin ikinci filmi. Dünya çapında başarı kazanan ilk filmi Karamel (2007); Stockholm Film Festivali, Uluslararası San Sebastian Film Festivali, Oslo’daki “Güneyden Filmler” Festivali gibi festivallerde birçok ödül aldı. “Peki Şimdi Nereye?” ise Cannes’da ayakta alkışlandı, Toronto’da İzleyici Özel Ödülü’nün sahibi oldu. Film, Türkiye’de Film Ekimi’nde gösterildi, daha sonra da vizyona girdi.

Labaki, oldukça zor ve hassas bir konuyu, çok keyifli bir dil ve üslupla, yer yer katıla katıla güldüren bir akışla anlatıyor seyirciye. “İroni, hayattaki talihsizliklere rağmen devam edebilmenin yolu” diyor. Güldürürken düşündüren, hüzünlendiren bir filmi neden yaptığını böyle anlatıyor.

Film, iç savaş yıllarında Lübnan’ın bir köyünde, bir arada yaşayan Hristiyan ve Müslüman ailelerin trajikomik hikayesini anlatıyor. Köyün tam olarak yerini bilmiyoruz, etrafı mayınlı arazilerle çevrili, daracık bir yol ile dış dünyaya bağlı bir köydeyiz. “Bu köyün bir adı yok, çünkü bu köyde yaşananlar pekala Sünni ve Şiiler arasında da, beyazlar ve siyahlar arasında da, iki kardeş, iki aile arasında da yaşanabilirdi” diyor Labaki.

Köydeki kadınlar arasındaki yakın ve güçlü ilişkiye şahit oluyoruz. Köyün kadınları Amale’nin (Labaki) kafesinde buluşup, erkekleri  kapı komşularıyla savaşmaktan, birbirlerinin mabetlerine saldırmaktan alıkoymaya çalışıyor. Kadınlar, birbirlerinin dertlerini dinliyor, birbirlerinin kutlama törenlerine birlikte hazırlık yapıyor.  Birlikte gülüyor, şarkılar türküler söylüyor, üzüntüleri birlikte yaşayıp, ölülerine birlikte ağlıyor. Birbirine sırdaş oluyor.

Bir camisi ve bir kilisesi, dolayısıyla bir imamı ve bir papazı olan köyde, “biz ve onlar” olmadan tek bir “biz” olarak kardeşce yaşamanın, yaşamı sürdürmenin yollarını arıyor kadınlar, erkekleri de bu yola çekmeye çalışıyor. Hristiyan ve Müslüman mezarlıkları, köyün savaşta ölen erkekleriyle dolu. Boyunlarında haç ve başlarında siyah başörtüleriyle köyün kadınları “Ben, hayatım boyunca siyahlar giymek zorunda mıyım?” diye ağıtlar yakıyor.

Filme ilham veren gerçek bir hikayesi var Labaki’nin. 7 Mayıs 2008’de hamile olduğunu öğreniyor ve o gün Beyrut’ta çatışmalar yeniden başlıyor, havaalanı uçuşlara kapatılıyor. Dış dünya ile bağlantı kopma noktasına geliyor. Yıllarca aynı okullara giden, aynı binalarda yaşayan gençler, aynı dinden olmadıkları için aniden sokaklarda birbirine saldırmaya başlıyor. Olanlardan çok etkilenen Labaki kendi kendine soruyor: “Bir oğlum olursa, onu eline silah alıp sokaklara düşmekten alıkoymak için neler yapabilirim?  Dışarıda bu olup bitenleri görmemesi için; kendini, binasını, ailesini, inançlarını savunmak zorunda hissetmemesi için neleri feda ederim, ne kadar ileri gidebilirim?” Filmin, bu sorulardan doğduğunu anlatıyor.

Filmdeki oyuncuların çoğu amatör oyuncular. “Filmde, doğal insanlarla doğal ortamlar yaratıp, bu doğallık içinde, onlara kendi doğal gerçekliklerini buldurmayı, filmde gerçeklikle oynamayı seviyorum” diyor Labaki.  Köyün muhtarının karısı rolündeki kadın örneğin, filmin çevrildiği civar köylerin birinden “Köyümüze hoş geldiniz” demek için sete gelmiş, samimiyetinden ve doğallığından çok etkilenen Labaki, kadını filmde rol almaya ikna etmiş. Filmin hafızada kalan karelerinde bu başarılı kadın oyuncu da yer alıyor.

Müzikler, bir önceki film Karamel’de de olduğu gibi, yönetmenin eşi ve oğlunun babası Khaled Mouzanar’a ait.

Filmin ismi, anlamını sonunda buluyor. Film, bir bakıma başladığı yerde bitiyor. “Tam bir şeyleri başardılar, bir şeyleri çözdüler hallettiler dediğiniz anda, aniden her şey yeniden birbirinden uzaklaşıyor, anlamlar bulanıklaşıyor” diyor Labaki. “Köyün kadınları, erkeklere bu savaşın anlamsızlığını anlatabilmek için ellerinden geleni yapıyor, inanılmaz yollar, yöntemler deniyor. Sonunda bir şekilde başarıyorlar da. Ama bundan sonra ne olacak? Peki şimdi nereye? Bu sorulara net bir cevabım yok malesef.”