28 Şubat 2013 Perşembe

Aşk'ın Sonu/The End of Love (Yayınlanan Yazılar)



DIGITURK Dergi, Mart 2013

Aşk’ın Sonu (The End Of Love), Mark Webber’in yazıp yönettiği ve başrollerinde 2 yaşındaki oğlu Isaac ile rol aldığı duygusal bir film. 2012 tarihli film, Sundance Film Festivali’nde de gösterildi.
Eleştirmenlerin bir kısmından çok olumlu eleştiriler almasa da, gerçekçi atmosferi ve beyaz perdede bu açıdan pek de ele alınmamış olan baba-oğul ilişkisini okumak için oldukça ilginç bir yapım. Film, yönetmen Webber’in, 2008’de yönettiği Explicit Ills filminden sonra ikinci yönetmenlik denemesi.

Mark,  eşi aniden ölünce, küçük oğluna hem annelik hem babalık yapmak zoruda kalıyor. Filme, küçük ve çok sevimli Isaac’i görerek başlıyoruz.  Babasıyla paylaştığı yatakta, gözleri hafif aralanarak uyanıyor,  babasına sokuluyor ısınmak için. Tuvalete birlikte gidiyorlar, “morning hug” istiyor babasından ayılabilmek için, şirin pijamaları içinde. Bu kadar küçük bir çocuğa rol yaptırmanın, metin ezberletmenin ne kadar zor olabileceğini düşünerek izliyoruz filmi. Isaac’ın, Webber’in kendi oğlu olması;  her ikisi ve tüm set ekibi için oldukça büyük bir avantaj olmuş gibi görünüyor.

Filmin ilginç yanlarından bir başkası da, Mark ve Isaac dışında da birçok kişi, kendi hayatını ya da kendine oldukça benzer hayatları canlandırıyor ve birçoğu kendi adıyla rol alıyor (Amanda-Amanda Seyfried, Jason- Jason Ritter, Micheal- Micheal Cera,  Joselin- Jocelin Donahue, Aubrey-Aubrey Plaza, Isaac- Isaac Love, Mark-Mark Webber). Isaac’ın öz annesi Frankie Shaw da filmdeki flashbacklerde, kaybettikleri annenin hatıraları olarak ekrana geliyor. –Filmin, otobiyografik bir öykü olarak adedilmesinin sebeplerinden bir diğeri de;  gerçek hayatta Isaac’ın ebeveynleri Shaw ve Webber’in ayrılmış olmaları.

Filmi aldığı olumsuz eleştiriler, neden bu kadar kişisel bir öykünün filme uyarlandığıyla ilgili. Filmin yaklaşık ilk bir saati, hayatı iki kişi devam ettirmek zorunda kalmış bir baba-oğlun ilişkisine tanıklık ettiğimiz bir belgesel tadında. Koca bir film yapmak yerine, çok daha kısa bir şekilde, belki bir kısa film ile işlenebileceği belirtiliyor.

“Bağımsız film”lerden hoşlanıyorsanız, bu filmde beğenmek için bir şeyler bulma ihtimaliniz oldukça yüksek. Isaac’ı izlemek -konuşmalarını, bağlantı kuruşlarını, gözlerinin dolduğu anları, babasıyla ilişkisini-eğer küçük çocuklardan biraz bile hoşlanıyorsanız büyük keyif alacağınız bir deneyim.  İki yaşındaki bir oğlan çocuğuyla yalnız yaşamak zorunda kalmış bir baba figürü, başına gelmemiş ve pek yakınınızda da tanıklık etmediğiniz bir durum ise; günlük hayatın içinden bazı kareler, çok gerçekçi ve olası durumları karşınıza çıkarıyor aniden, düşündürüyor.

Akşam, dağınık ve az eşyalı, bekar evini andıran bir evde, altı bezli bir çocuk salonun ortasında akşam yemeğini yiyor, baba yorgun bitap, yemeğini bitirmesi için yalvarıyor. Anneyi ziyarete mezarlığa gidiyorlar, “bol çicekli o parka mı gidiyoruz?” diyor Isaac neşe içinde. Diğer mezarlardan topladığı çiçekleri, gözleri kızarık babasına getiriyor taşa koyması için; babasının ağladığını farkedince bağırarak ağlamaya başlıyor. Markete giderken, çekilen arabayı otoparktan çıkartırken Isaac sürekli kucakta. Mark, arada bir hayatını “normalleştirebilmek” için Isaac’ı uyutup, arkadaşlarının yanına, gece partilerine gidiyor, kadınlarla tanışıyor, birlikte olmayı deniyor, başarılı olamıyor. Karısını hatırlıyor. “Ölüm ne demek?” diyen Isaac’a, ölümün ne olduğunu anlatmaya çalışıyor.

İzlerkenki modunuz ve ruh halinize göre, farklı mesajlar çıkarabileceğiniz, güzel bir deneyim The End of Love’u izlemek.


19 Şubat 2013 Salı

Yaşayan Kütüphane


Detay bilgi: http://www.yasayankutuphane.net/Yasayan_Kutuphane/NEDIR.html

Yaşayan Kütüphane, 16-17 Şubat'ta, !F 2013 Bağımsız Filmler Festivali kapsamında İstanbul'da kuruldu. Toplum Gönüllüleri Vakfı ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi tarafından yürütülen "Yaşayan Kütüphane", deneyimleyen için gerçekten unutulmaz bir zaman dilimi yaşatıyor.

Etkinlik yeri, "Cezayir" olarak belirtilmiş; öncelikle ne kadar zamandır Taksim'e gelmediğimizi bir kez daha fark edip, bir süre "Cezayir" kadar kısa bir adresle belirtilen mekanı arıyoruz, sonunda Galatasaray Lisesi arkasında buluyoruz.

Mekanın merdivenlerinden çıkarken, kütüphane görevlisi uyarıyor; "Şu an boşta üç kitabımız var, diğer kitaplar için biraz beklemeniz gerekebilir, bir kısım kitap için de rezervasyonlar var malesef". Boşta olan kitaplardan birini seçiyoruz "Türkiye'de Yaşayan Yabancılar".

Deneyim hakkında az çok bir fikrimiz var. Gözümüzde canlanan resim; "Türkiye'de Yaşayan Yabancılar" adlı kitabı okumuş, bize özetleyecek bir abla, biz de kitap hakkında bilgi sahibi olacağız, aklımıza sorular geliyorsa soracağız.

Bu arada, Cezayir'in merdivenlerinde yazılar var, "Kitaplar canlıdır, lütfen nazik olun, hor davranmayın. Kitaplar, her soruya cevap vermek zorunda değildir. Kitabı incitmeyin, aldığınız gibi bırakın." gibi...

Görevli, kütüphane kartımızı hazırlayıp verdikten sonra, bizi bir odaya doğru yürütüyor, karşımızda bir kız "Buyrun kitabınız burada, tanışın, yarım saatiniz var" diyor. Kitabımızla köşeye doğru çekiliyoruz. Kitabımız konuşmaya başlıyor. "Ben Agatha, Polonyalıyım, üç yıldır Türkiye'de yaşıyorum." Gülümseyen kocaman bir surat ve sessizlik. O an anlıyoruz ki, okuyacağımız kitap, tüm deneyimleri ve geçmişi ve dünya görüşü ile Agatha! Ve ona soru sormamızı bekliyor onu okuyabilmemiz için.

Aklımıza gelen soruları soruyoruz, laf lafı açıyor. Türkiye'de yabancı bir kadın olarak yaşamanın zor ve güzel yanlarını anlatıyor, Ankara'da ve İstanbul'da yaşamış, iki şehri karşılaştırıyor. Polonya'dan nasıl çıktığını, geride kalanların durumu nasıl karşıladığını, şu an nerede nasıl bir yaşam sürdüğünü anlatıyor. Tüm konuşmadan en net hatırladığım "Şu an buradayım ve çok mutluyum" dediği kocaman bir gülümseme ile.

Hayatından bu kadar memnun bir kadınla, böyle bir ortamda, bir kitap okuma seansında tanıştığım, karşılaştığım için kendi adıma çok seviniyorum. "Yaşayan Kütüphane" deneyiminin, bana burada uzun uzun ifade edemeyeceğim kadar ilginç duygu ve düşünceler yaşattığını ifade etmeliyim.

"Herkes farklı, herkes eşit" gibi bir motto ile düzenlenen etkinlikte, bu "başkalıklar" ve "karşılaşmalar" üzerinize yıldız tozları gibi dökülüyor. Sizi de dönüştürüyor. Bir dahaki etklinlikte, gönüllü bir kitap olmak istiyorsunuz, ya da etkinlik sabahı mekanda olup, her yarım saatte bir kitap okumak, sormak sormak, sordukça daha çok sormak, dinlemek, anlatmak istiyorsunuz.

Karşınıza çıkar umarım bir gün, bir yerde...