30 Nisan 2013 Salı

Kötü adam olmazsa: "Wreck-It Ralph" (Yayınlanan Yazılar)



DIGITURK Dergi, Mayıs 2013
Walt Disney’in yeni animasyon filmi Oyunbozan Ralph (“Wreck-ıt Ralph”), atari oyun kahramanları arasında geçen son derece eğlenceli bir yapım. Baş kahramanlarımız ise “kötü adam” Ralph, “süper tamirci” Felix ve “süper rallici” Vanellope.
Walt Disney, video oyunu karakterlerinden oluşan bir animasyon yapmaya 1980’lerde “High Score” adlı bir projeyle başlamış, film 1990’larda “Joe Jump” adlı başka bir projeye evrilmiş, en sonunda “Wreck-It Ralph” olarak 2012’de tamamlanmış.
Kahramanlarımız “Tamir-Et Felix” atari oyunu içinde yaşıyor. Ralph binaların camlarını kırıyor, Felix ise sihirli çekici ile hepsini tamir ediyor. Tüm camlar tamir olduğunda oyun tamamlanıyor. Felix ve diğer bina sakinleri neşe içinde Ralph’i çatıdan atıyor, Felix’in kazandığı altın madalya ile çatıda zafer kutlanıyor.
Tüm oyun kahramanları için, her sabah atari salonu açılışıyla başlayan mesai, akşam çocukların dükkânı terk etmesiyle sona eriyor. Mesaiden sonra herkes evlerine gidiyor. Felix ve diğer sakinler dairelerine, Ralph ise bahçedeki çöplüğüne geçiyor. Ralph bazı akşamlar, barmenli oyunda iki tek atıyor. Oradan “kötü adam”ların rehabilitasyon seanslarına katılıyor.
Oyunun 30.yılında durum Ralph’in canına tak ediyor. “Artık ben de bir kahraman olmak istiyorum!” diyor. “Sadece iyi karakterler kahraman olup altın madalya kazanabilir Ralph, sen asla olamazsın” diyor Felix’in tüm arkadaşları. Altın madalya kazanmak uğruna, kendi oyunun terk ediyor Ralph, başka oyunlarda şansını deniyor.
Ertesi sabah atari salonu açıldığında, “Tamir-Et Felix” oynamak isteyen çocuklar, Ralph’in camları parçalamadığı bir oyunda Felix’in deli deli koşturduğu görüntü karşısında şaşalıyor. Ralph’siz bir oyun “arızalı oyun” etiketi ile kapatılıyor.  Tüm oyun ahalisi telaş içindeyken Felix, diğer yarısı olan Ralph’i aramaya koyuluyor.
Bir çocuk filmi gibi görünen bu eğlenceli animasyonda, her yaştan izleyiciye keyif verecek detaylar ve mesajlar bulmak mümkün. Hatta internette biraz gezinirseniz, filmin mesajları hakkında çok çeşitli ve detaylı yazılara rastlıyorsunuz. İyiyle kötünün, aslında birbirinden beslendiği, birbirine aynalık ettiği, aslında iyinin tek başına o kadar da iyi ve kötünün o kadar da kötü olmadığı bir dengenin içinde yaşamakta olduğumuzu fark ediyorsunuz. Rehabilitasyon seanslarında “kötü”ler birbirlerine “iyi” gelmeye çalışıyor: “Ben kötü bir adamım evet, ama bu iyi bir şey aslında. Hiçbir zaman iyi bir adam olamayacağım, ama bu kötü bir şey değil aslında…”
Filmde aralara serpiştirilmiş çok güzel detaylar var. Örneğin, kendi oyununuzda defalarca ölebilirsiniz, hemen akabinde bir canınız daha oluyor. Ama en kötüsü, başka bir oyunu içinde ölmeniz, o zaman gerçekten ölüyorsunuz, atari dünyasının korkulu rüyası bu. Bir de fişi çekilmiş, rafa kalkmış oyunlar var. Artık çocukların ilgilenmediği, oynamadığı ya da tamir edilemez hale gelmiş olanlar. O oyunların kahramanları boyunları bükük dileniyorlar “Merkez İstasyon”da.

Film için tüm ekip büyük incelikle çalışmış. Normalde, WaltDisney filmlerinde yaklaşık 40-50 karakter olurken bu filmde 150 civarı karakter yer alıyor. Filmdeki mekânlar (yani atari oyunlarının iç dekorları) için ilintili birçok yer tasarım ekibi tarafından sık sık ziyaret edilmiş.
 “Oyun Merkez İstasyonu” için NewYork Merkez Tren İstasyonu (Grand Central) ve oradaki insan trafiği -insanların nereden nereye ne sıklıkta ve yoğunlukta yürüdüğü- incelenmiş. Şekerleme rallisi “Sugar Rush” oyunu dekorları için bir fırın, çeşitli şekerleme fabrikaları ve Köln’deki Şekerleme İmalathanesi Fuarı ziyaret edilmiş. Kötü uzay yaratıklarını yok eden “Hero’s Duty” oyunundaki savaşcı kahramanlar için Amerikan futbolu profesyonelleriyle görüşülmüş. Oyundaki savaş alanı dekorları içinse güney Kaliforniya’daki Edwards Air Force Base ziyaret edilmiş.

Bu titiz çalışmanın ürünü olan filmdeki tüm mesajları, kapitalist düzendeki çalışma şartları ve yaşam mücadelesiyle birleştirip okumak, üzerine düşünmek mümkün. Katmanlanan, katmanlandıkça daha keyifli hale gelen bir animasyon olmuş Oyunbozan Ralph. Ayıracağınız bir buçuk saate değecek bir aktivite olacak.

21 Nisan 2013 Pazar

Sokakağzı'nda yaşdönümü


Hem gelin hem gelmeyin istiyorum buraya. Zaten herkesi mutlu da etmez anlatacaklarım, edecek kişilerin de hep birden değil sırayla gelmesi gerekir ki, dolup taşmasın buralar. Hepimize hizmet edecekler diye, sıra sıra yeni pansiyonlar, butik oteller inşa etmesinler; her zevke hitap edeceğiz diye barlar, diskolar, bananalar, super hiper marketler açmasınlar buraya.

Deniz ayaklarınızın dibinde, hafif bir esinti her mevsim buralarda. Sahilde, sadece dalgaları dinleyerek saatlerce oturmak mümkün. Arkanız pansiyon, çayınız, kahveniz, çok istiyorsanız biranız elinizin altında. Dallardan, baharda erikler, yazın incirler sarkıyor karşılamak için sizi.

Beldenin tek bakkalı, hemen her mevsim ve hemen her saat açık. Bira, su, sabun, çerez her şeyiniz –her şey tanımı biraz dar olsa da, 30lu yaşlarda çocuksuz çiftlerin vazgeçilmezleri bu kadarla sınırlı olsa gerek- bu bakkalda!

Doğanın sesleri dışında tam bir sessizlik hakim, sabah balıkçılara şirinlik yapıp onlarla balığa çıkabiliyorsunuz.  Horozlar edepli, saat dokuza doğru ötüyorlar, e hadi artık kalkın da biz de gerinelim şöyle güzelce diye.

Köpek ve kediler dostça, size de birbirlerine de. Yemeğini, hep hafif eğik bir baş ile yanınıza oturarak beklemeye alışmış kedi yemekte yanıbaşınızda, fark edilmeyi, sevilmeyi bekliyor.

Misal bu yazının yazıldığı anda olduğu gibi, sahilde bir bankta, deniz beş metre ilerinizde tatlı tatlı dalganırken, zamanın durduğunu hissetmeniz ve sessizliği bozan kuş seslerini içinize çekmeniz tazeliyor sizi. Tek bakkalı, tek çay bahçesi, tek balıkçı lokantası olan, arada hurdacısı, salatalıkçısı minik bir hoparlörle gelen küçücük bir kuytu burası. Belki, başkalarına tanıdık birçok başka küçük yer gibi.

İki köylü teyze ile tanıştık, köylerine bıraktık onları arabamızla. Ellialtı haneli bir köyde yaşıyorlar, çocukları civar köydeki okula gidiyor. “Hükümet” araç ayarlamış onlara, her yaştan çocuğu sabah toplayıp götürüyormuş, akşam da getiriyormuş. “Doktor var mı?” diyorum, “Salıları geliyor evet” diyorlar. "Peki acil bir şey olursa napıyorsunuz, çağırıyor musunuz?” diyorum, “Behramkale’ye gidiyoruz” diyorlar, yani “gidiyorlar”, “gelen” olmuyor acil durumlarda. “Ebe var mı peki?” diyorum, sorum sonra bana da saçma geliyor,ebe  yok, kendileri hallediyorlar.

Mesleğimizi soruyorlar bize, benim pazarlamacı eşimin yazılımcı olmasını nasıl anlatabilirim diye düşünürken, teyzeler soruyu anlamadığımı düşünerek açıklıyorlar bir kez daha “doktor musun, öğretmen misin yani?” diyorlar, “O, bilgisayarcı” diyebiliyorum halimize gülümseyerek. Pazarlamacılığımın tek anlamının beni şu an burada, bu güzel tatilin tam ortasında kılmak olduğunu ben anlıyorum da, onlara o an anlatamıyorum.

Keçeden minik çantalar satıyor yaşlı olan teyze, “Alır mısın 5 lira?” diyor, “Sizi köye bırakıyoruz ya, hediye etsen olmaz mı?” diyorum. “Şehirliyim” ya kafam çalışıyor, “kazık atamaz kimse bana, her şeyin bir karşılığı var, yok mu? Yok muydu?” diyorum herhalde. Birkaç saniye sürüyor, sonra kendime önce şaşıp sonra çok kızıyorum. “Yürümesinler ya da üç saat sonra gelecek otobüsü beklemesinler diye arabanıza almanız, o yaşında satmak zorunda olduğu çantaları sattırmıyor ki teyzeye, kazanması gereken parayı kazandırmıyor ki?” diyorum. “Ne oldun Sibel sen?” diyorum, “ne oldun on küsür yılda?” Arabadan inerlerken, çantalardan birini satın alıyorum, kendimi kendime bir parça affettiriyorum.

Zeynepcim, içeride bir yerlerde acıyınca biliyorduk yerini değil mi yüreğimizin. Sızlıyor biraz, demek yolunda her şey, değil mi...

Bu unutulmaz otuzüçüncü doğumgünümün, başından sonuna bu kadar güzel ve içten olmasını sağlayan Mert’e minnet duyuyorum. İçimizdeki güzellikleri kesiştiren, bizi birlikte yürüten talihimize şükrediyorum. İyi ki varız diyorum.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Renkli fayanslar diyarı Portekiz



İstanbul’dan 4-5 saatlik uçak yolculuğuyla varılan Portekiz, Avrupa’nın en batı ucu olduğu gibi, biz Kaya ailesinin (ya da hadi Kaya ailesinin hatun kişisinin daha çok), Avrupa’da görmek istediği yerlerin sonuncusu olması sebebiyle, Avrupa defterini kapatan şirin bir ülkedir. Bilenler bilir, rehberler de yazar, ben rehberlerde pek de yer almayan bir yanından, rengârenk fayanslarından bahsetmeye çalışacağım daha çok.
Rengârenk çamaşırlı balkonlarla yer yer Tarlabaşı’nı, trafiğe kapalı mozaik caddeler boyunca uzanan eski ve yüksek binalarla İstiklal Caddesi’ni, şehrin ortasından geçen tramvaylarıyla troleybüslü İzmir’i, sıra sıra sütunlar ve enlemesine tüm bir meydanı kaplayan binalarla Bolonya’yı, Porto’suyla biraz biraz Floransa’yı andıran bir havası var ülkenin. Ülke derken; Lizbon, Porto ve Sintra’dan bahsediyorum aslında sadece. Ve evet, dört günlük dünya gözüyle…
Portekiz fayansına-hadi fayans demeyelim, renkli ve desenli seramik- “Azulejo” deniliyor. Wikipedia’nın söylediğine göre son 5 yüzyıldır düzenli üretiliyor. Sözcük, dile Arapça’dan geçmiş ve “cilalı taş” anlamına geliyor. Her türlü binanın üzerinde, metro ve tren istasyonlarında dahil bu süslü fayansları görmeniz mümkün. Ev ne kadar derme çatma olursa olsun, üzerine kondurulan ve bir hikâyesi olan tek bir fayans ya da bir sıra ya da silme fayans dizileri görülüyor.
Asansör denilen bir hadise var Lizbonda, 5 EUR verdik kişi başı sanırım, merak edip biniyorsunuz tabi, ama binmeseniz de olur sanki, dışarıdan görünüşü daha heybetli. Bir binanın çatı hizasına çıkmış oluyorsunuz, diğer binanın çatısına doğru yürüyorsunuz. Evet evet böyle anlatınca çok enteresan bir deneyim gibi görünüyor, yerinde tecrübe edilmesi gerekJ Asansör’den indiğinizde, şehrin bambaşka bir tarafına çıkmış oluyorsunuz, zaten gününüz de az ise, asansöre binip, sizi savurduğu sokaklardan doğru devam etmek en güzeli.
Lizbon’un yedi tepe üzerine kurulu olduğu söyleniyor İstanbul gibi. Gezerken, yokuş yukarı yürüyerek çıktığınız bir sokaktan yine yokuş yukarı çıkarak dönebiliyorsunuz paralel bir sokaktan misalJ Allah Allah diyerek devam ediyorsunuz tabi. Neden? Turistsiniz çünkü siz, şaşırmak için oralardasınız, şaşırmak ve mest olmak için, tadını çıkarıyorsunuz.
Sokak aralarında, özellikle Bairro Alto bölgesinde, -bu renkli taşlar sizi biraz bile cezbettiyse eğer-  kafanız sürekli havalarda gezinebilirsiniz, her köşe başından çok şaşırtıcı renkler desenler çıkıveriyor.
Lizbon sokaklarında karşılaşacağınız Azulejo’lar yetmez ise, en meşhur meydan Commerzia civarında, Rua Madre de Deus üzerindeki Ulusal Azulejo Müzesi’ni (Museu Nacional Do Azulejo) ziyaret edebilirsiniz.
Porto’nun ise çok neşeli bir sahili var, meşhur köprüleri, şarap mahzenleri, kültür mirası rengarenk ve dip dibe binaları ve tabi bir kilim gibi bezenmiş azulejo’ları var.
Ha bir de, marihuanacı ağabeyleri unutmamak gerek. Yanınıza yanaşıp önce sigara teklif eden, sonra biraz daha yaklaşıp elindekileri gösterip “coco my friend?” diyen ağabeyler ilk etapta sizi şaşırtsa da bir süre sonra alışıyorsunuz, çünkü onlar da size alışıyor.

Rehberlerde, sokaklarda köpek pislikleri ile karşılaşabileceğiniz yazıyor, biz çok rastlamadık ama rastladıkJ Azuelejolar için yukarı, köpek pislikleri için aşağı bakarak yürümenin uygun bir yolunu bulmak gerekiyorJ
Bir de Portekiz vesilesiyle tattığım iki içeçekten bahsetmek isterim ki ben çok beğendim: Ginger Ale (zencefilli gazozJ) ve Somersby (elmalı bira), gözünüze çok güzel görünen bir manzara karşısında denemenizi tavsiye ederim eğer henüz tanışmadıysanızJ

1 Nisan 2013 Pazartesi

Hindistan ne kadar uzak olabilir? (Yayınlanan Yazılar)


DIGITURK Dergi, Nisan 2013
Yolculuklarla ilgili bir film Marigold Hotel. Hindistan’da geçen, İngiltere’den uzanan yolu Hindistan’da kesişen bir grup yaşlı ile koca bir hayali kovalayan Hintli bir gencin (Sonny) hikayesi. “Yaşlı” ve “güzel” olanlar için en iyi egzotik otel olma vaadindeki Marigold Hotel’in hikayesi bir başka deyişle.
2011 yapımı filmde Judi Dench (Evelyn), Tom Wilkinson (Graham),Bill Nighy (Douglas) ve Dev Patel (Sonny) gibi ünlü isimler yer alıyor. Filmin ilginç yanlarından biri, birçok festivalde birçok farklı alanda aday olmasına rağmen (Bafta, Altın Küre, Medical Jesus-İngiliz Bağımsız Film Ödülleri gibi) hiçbir dalda ödül  kazanamamış olması. Ödüllerin, başarı için kesin bir gösterge olamayacağına kanıtı olan bir film olduğunu söylemek, çok da abartı olmaz. Film, oldukça renkli, eğlenceli, zaman zaman duygusal, genizde ve yürekte hoş bir tat bırakan iki saat vaad ediyor izleciye...
Emeklilik çağlarında, türlü sebeplerle istikameti Hindistan olarak belirlemiş karakterler Jaipur şehrinde buluşuyor. Her biri, koca eşiklerden atlayıp, ne kadar kalacaklarını, ne zaman geri dönecekleri hesap etmedikleri uzun ve renkli bir yolculuğa çıkıyor. Hayatta ikinci bir şans en çok istedikleri şey olsa da, her biri –belki her birimiz gibi- ilkin alışkanlıklarını arıyor, değişiklikleri “yokluk” olarak addediyor. Daralıyor, bunalıyor, isyan ediyor. Kapısız bir oda, çalışmayan bir telefon, tozlu  mobilyalar, bozulan musluk, mide yakan yemekler, kara derili adam ve kadınlar oluyor ilk gözlerine takılan. Sonra, hikayeler kesişiyor, Hindistan’a karışıyor; renkler güzelleşiyor, seyircinin keyif seyri yerine geliyor tabiri caizse.

Sonny, bir rüyanın peşinde koşan otel müdürü. Delhi’de kendisine uygun bir kızla evlenip, kendisine uygun bir işte çalışmasını isteyen ısrarcı annesine, başına gelen türlü başarısızlıklara rağmen, “Bu benim hayalim!” dediği otele sıkı sıkı sarılan, aydınlık yüzlü bir genç. Badireli zamanlardan sonra, tüm hayalleri, arzuları bir bir gerçek oluyor Sonny’in.
Kesişen öykülerin için de aşklar da var. Sonny’nin biricik aşkı, yıllar önce Hindistan’da bırakılan ve şimdi peşine düşülen eski sevgililer, Hindistan’da kesişen yollar, hareketli sokaklar, “tuktuklar”la rengarenk bir film Marigold Hotel.
Filmdeki birçok şeyi fazla iyimser bulabilirsiniz, Hindistan gerçeğini, ne otantikliğini ne de sefilliğini, fakirliğini tam olarak yansıtmadığını düşünebilirsiniz. Çaya bandırılan bisküvinin lezzetini en iyi bilen İngiliz hanımefendileri, zamanında Hindistan’a İngiliz kültürünü yaymak için sistematik bir şekilde sokulan kriket oyununu Hintli çocuklardan çok daha iyi bilen İngiliz beyfendileri biraz rahatsız edebilir sizi.
Ama güzel gözlerle bakarsanız, çok renkli, çok dokunaklı, umut ve aşk ve güzellik dolu bir film olduğunu da görebilirsiniz. Çok güzel bir deyişle başlıyor film, bir “Hint sözü”yle; “Her şey sonunda iyiye, güzele varır. Henüz varmadıysa, demek ki henüz sona gelinmemiştir.” Herkesin aklının bir yerinde birazcık vardır herhalde Hindistan’a gitme hayali. Koşturmacadan, kovalamacadan biraz uzaklaşıp, hayatın başka türlü anlamlarını bulma, bir yoklama hayali yoklar bazen her birimizi. İşte o zamanlarınızdaysanız, film usulca sesleniyor size, “Hadi ama, bir hayalin olduktan sonra, Hindistan ne kadar uzak olabilir ki?”