31 Temmuz 2013 Çarşamba

Gaziantep Notları


Gaziantep’te geçen tek başına bir haftasonunun notlarını aktarmaya çalışacağım. “Tek başına” vurgusu, tek başına gitmek isteyen ancak cesaret edemeyen kadınlara belki bir parça “hadi” verir diye özellikle eklendi ilk cümleye...

İkinci kez bir iş gezisini Antep’te haftasonuna bağlıyorum, bilmiyorum bir daha ne zaman mümkün olur. Ama bu sefer, ben de unutmamak için yazacağım, gördüklerimi, duyduklarımı, tanıdıklarımı.

Antep, birçok gezi yazısında da görebileceğiniz gibi, çarşılar, hanlar, bakırcılar, kalaycılar, baharatlar, baklavalar, kebaplar ve mozaiklerle dolu bir kent.

Kırkbir derece sıcağın, İstanbul’da anladığımız sıcaktan daha kuru, dolayısıyla daha tahammül edilir olduğu bir yer.  Elinde koca bir makineyle ve tek başına gezen ve üzerine ne giyerse giysin “turist” hali her yerinden akan bir kadını garipsemiyorlar. Hadi “garipsememek” iddialı oldu ama kesinlikle rahatsız etmiyorlar. Ben “başka”yım, bunu oldukça yoğun hissediyorum, İstanbul’da çarşıda pazarda kafalar ne kadar dönmezse size, Antep’te o kadar dönüyor bakışlar, kesiliyor sohbetler siz geçerken. Ama göz göze geldiğinizde herkes “merhaba” diyor kocaman, “nereden geliyorsunuz?” diye soruluyor, “a, is taan bulll” deniyor cevabı alınca. Antep’e özel değil belki bunların hiçbiri, ama bir ara diyorsunuz siz de “vay be, İstanbul’dan geliyorum” diye. Tuhaf bir yabancılaşma, belki bazen lazım, İstanbul’da olmak, İstanbul’lu olmak, İstanbul’dan olmak ne demek bir durum düşünmek gerek. Bir sevginizi, saygınızı tartmanız lazım bu şehirle, bir ilişkinizi gözden geçirmeniz lazım ara ara.

Fotoğraf makinamı görenler soruyor, “Gazeteci misiniz?”,  “Yo hayır, kendim için çekiyorum, hobi gibi bir bakıma” dediğimde “hey Allahım...” manasında çok tatlı bir gülümseme oturuyor yüzlere, izah edemiyorum durumu, onlar gülümsedikçe, ben de halime gülümsüyorum biraz.

Bir de “ta İstanbul’dan gele gele buraya mı geldin?” var. Yine sorgulayıcı kişilik olarak, aynı soruyu en az beş kere daha ben de kendime soruyorum, “ben naptım, doğru mu yaptım, tam istediğim bu muydu, burda kadın başıma bir haftasonu geçirmek sence mantıklı mı?” gibi, her defasında yeniden doğruluyorum kendimi. “Evet, daha önce de geldim, çok sevdim buraları, görmediğim yerleri görmeye geldim” diyorum.

Bakırcı amcalarla tanışıyorum, oğlu  cezaevinde müdür olan bir amca, “keşke o işi yapacağına benim işi yapsaydı, daha iyi kazanırdı, şimdiki aklım olsa okuma derdim” diyordu gayet içten ah çekerek. Okuyup da “adam” olduğunu sanan bizim gibi birçok çalışana, resmi tersinden okutacak bir iç çekiş bu. Tam ellibeş yıldır elinin emeğiyle kazanıyor parasını çünkü Karatlı amca, benim “pazarlama”cı olmam, Sokakağzı-Koyunevi Köyü’nde prim yapmadığı gibi Antep’te de yapmıyor.

Bir sonraki duraklar hep imece usulüyle belirleniyor, bakırcı amca beni katmer yemeğe Zekeriya Usta’ya yolluyor. Zekeriya Usta gururlu; duvarlar gazete kupürleri, övgüler ve birçok ünlü ziyaretçi fotoğraflarıyla dolu. Hamur, kaymak ve fıstıktan oluşan bir şey nasıl bu kadar hoş ve hafif olabilir diyorsunuz. Saat dört’te yenmek için dört katmer almaya gelmiş pek tatlı bir çift giriyor sahneye.

Katmercide Buluşma
Gözlerinden okunuyor heyecanı,
Ayağını neşeyle sallayışından.
Katmer almaya gelmiş sözlüsüyle,
“Saat 4’te götürecekler, 4 tane”.
Abiden bahsediyor arada kız,
O katmerler pişmiyor bir türlü.
Ayak sallanıyor, gözler baygın,
Ve kocaman bir gülümseme
“Aşk var” diyor, “burada ve her yerde...”

Sonra hanlar var, Gümrük Han, Yeni Han, Zincirli Bedesten, Bakırcılar Çarşısı, Almacılar Çarşısı. Her şeyin bir çarşısı var Antep’te. Gümrük Han’da üst katta atölyeler var; ebru, mozaik, cam, kutnu, yemeni, sedef atölyeleri var.  Ebru denemesi yapabiliyorsunuz, sabırlı ve cici bir kız anlatıyor sıfırdan her şeyi size.  Hem ne kadar kolay, hem de ne kadar zor olduğunu öğreniyorsunuz ebru’nun. Renkleri birbirine karıştırmayan efsunlu baharatlarla tanışıyorsunuz. Fırçanın minik bir dokunuşuyla koca bir desene, bir lekeye, bir anlama doğru ilerleyen hareketi görüyorsunuz. İnsanı rüyalara sürükleyen o karışıklık yerine ebru ortasına gülü oturtmaya çalışan çabayı anlamıyorsunuz. Düzensizliğin güzelliğini, “düzen” ısrarıyla zaptetmek isteyenlere inat, bilinen hiçbir şeye benzemeyen ebruları kayırıyorsunuz biraz.

Yeni Han’da, fesli minik bir çocuk karşılıyor sizi kocaman bir gülümseme ile “Hoş geldiniz, mağaramızı gezmek istemez misiniz, ücretsiz!” diyor, her kelimesi çok sempatik geliyor bu cümlenin bana. Avluda böyle cici bir karşılama, içeride en azından bir Zahter çayı içirtiyor size.

Kebapları, baklavaları, Mozaik Müzesi’nin geçiyorum o bilgiler her yerde var zaten diye.
Gezinin ikinci gününde önce Zeugma’ya sonra Halfeti’ye gitmeyi deniyorum. Elde makine, üzerimde uzun bir elbise biniyorum dolmuşa “turist” halimle. “Kırsal terminal’e gidiyorsunuz, değil mi, ne kadar?” diyerek biniyorum, “Öğrenci bir buçuk lira” diyor. “Öğrenci” lafını duymayalı on yıl olduğu için neredeyse, hiç bozuntuya vermiyorum, bir güzel keyifleniyorum, veriyorum bir buçuk lirasını.

Kırsal Terminal’den Nizip dolmuşuna son yolcu olarak biniyorum, Antep-Nizip yolu bitmiyor, uzadıkça uzuyor. Sağ sol çayır, yollar bozuk, dolmuş sürekli dura dura ilerliyor. Dolmuştaki bayan sayısı gittikçe azalıyor. “Ben napıyorum şu an?” sorusu, yolun oldukça ortasında düşüyor aklıma, cesaretime şaşıyorum. Ama diyorum sonra “Kim napsın beni?”, herkes yardım ediyor, kolluyor zaten sağolsun. Nizip’te iniyorum, “Zeugma için ilerden binicen” diyorlar, “ileri” doğru yürüyorum. Zeugma’ya 9 kilometre kalmış ama taksi var sadece. Cesaret edemiyorum. “Peki o zaman, Halfeti’ye gidiliyor mu burdan?” diyorum, Birecik dolmuşuna biniyorum oradan. Ordan da Halfeti dolmuşuna biniyorum. “Buradan aşağı gidicen” diyorlar indirirken beni. “Aşağı” da “Eski Halfeti 9 km” yazıyor. “Dolmuş bir kişi için gitmez, hele sen bir çayımızı iç” diyor lokantacı Muzaffer Bey. “Eh peki” diyorum. Sonra “Ben bırakayım sizi arabayla” diyor. Çamur içinde ama canavar gibi Toros’uyla bırakıyor beni Eski Halfeti’ye, para vermek istiyorum ısrarla “Para vereceksen buracıkta indiririm seni yol ortasında, istemiyorum paranı" diyor. “Aşağıda yeme sakın, dört katı para ödersin, gel bende ye” diyor. Aşağıda teknecilere emanet ediyor beni “Sibel Hanım, İstanbul’dan geldi, yardımcı olun” diyor. Tekneci’ler bir zahter söylüyor bana.

Halfeti çok etkileyici. Baraj gölü altında kalmış koca bir köyün içinden, daha doğrusu “üzerinden” geçiyorsunuz. Halfeti ekibi çok renkli, kadın erkek sayısına en az iki çocuk düşen kalabalık bir grup, İstanbul’lu ve oruç iki genç, kaynıgil’den kendi evine dönen üç çocuklu ve oruç bir anne var. İnsanların oruç olması garip değil tabi, ama annenin henüz bir yaşında ve emzirdiği bir çocuğu varken “geçen yıl da hamileydim, tutamadım, bu yıl da tutmazsam olmaz” diyerek, kırk derece güneşin altında, çocuk her durur gibi olduğunda uykuya dalar hali ve İstanbul’lu iki gencin, Antep-Urfa gurme turunu Ramazan’a denk getirmiş olması ilginç.

Yabancıların arabalarından, otostoptan çok korkan ben, Halfeti’ye varabilme maceramdan sonra, bu iki gence sarılıyorum adeta, “ben de sizinle geleyim Antep’e en iyisi” diyorum, “ama biz önce antik kent Dülük’e gideceğiz” diyorlar, “tamam ben de görmüş olurum o zaman” diyorum. Birlikte önce Dülük’e sonra Antep’e geçiyoruz.

Dülük’teki güvenlik görevlisinin “eğlence olsun diye yetiştiriyoruz” dediği kocaman ve yemyeşil domateslere takılıyor gözüm. “Eğlence” için daracık bir alanda, özenle, sabırla yetiştirilen bitkilere hayran oluyorum, emeğe saygı duyuyorum. “Eğlence” için benim yaptığım şeyleri düşündükçe biraz daha ufalıyorum adamın karşısında.

Antep, kadın başınıza gayet gidebileceğiniz, gezebileceğiniz, her dükkandan içeri kafanızı sokup “Merhaba” diyebileceğiniz bir yer. Herkesin “bir çayını” içebilirsiniz, hatta içmelisiniz. Herkesin anlatacak çok güzel hikayeleri var. Herkesin bir “iş”i, bir “mesleği” var. Bu beyaz yaka olmanın, “iş” denen şeyi elle tutamamanın, “bunu ben yaptım işte” diyememenin ezikliğini, eksikliğini çok güzel gözünüzün önüne getiren bir yer.

Yedikleriniz, içtikleriniz size kalsın, sohbetleriniz bol olsun Antep’te...