28 Kasım 2013 Perşembe

Frances Ha: The Undateable


http://www.imdb.com/title/tt2347569/?ref_=fn_al_tt_1

Tüm çabalarını ve hayallerini büyük bir saygı, sevgi ve hayranlıkla takip ettiğim Başka Sinema oluşumu kapsamında, seyrettim Frances Ha filmini. Daha önce festivale gelmiş ancak ben kaçırmışım, atlamışım.

Sonra çok kötü, tuhaf yazılar okudum internette bu filmle ilgili. Ve bir yazı yazmak istedim henüz izlememiş kişiler için. İzlemiş, aklına biraz yer etmişler için bir de herhalde.

Frances Ha, o anki ruh halinize göre farklı tepkiler verebileceğiniz bir film demek çok yersiz olmaz sanırım. Frances’ı bu dünyadan, bu zamandan değil diye tanımlayanlar, ona gıcık olanlar, onu naif bulanlar olmuş gördüğüm kadarıyla. Ben çok sevdim Frances’i. Her şeyiyle çok sevdim.

Yirmi yedi yaşında, dansçı olma arzusunda bir New York sakini Frances. Büyüklü küçüklü, aslında belki de çok olağan sıkıntıları var hayatla, her birimiz gibi. Hepsine gülüp geçmesini, olduğu gibi kabul etmesini, ve her seferinde yeniden başlamasını o kadar güzel yapıyor ki. O kadar içinde akıyor ki hayatının. Sokaklarda dans edercesine yürüyor, koşuyor, gülümsüyor.  

Hesabı kitabı yok olan bitenle, büyük kararlar arifesinde görmüyor kendini. Hayat nereye savuruyorsa, oraya gidiyor. Orada, yeniden ve yeniden deniyor. Koca mutluluklar buluyor sıradanlıkların içinde, kocaman kahkahalar atıyor tüm yüzüyle. Ağlarken de, “Seni çok seviyorum” derken de, “Senden hoşlanmıyorum” derken de hiç zorlanmıyor.  Yapboz tahtası gibi, bozuldu mu darma durman oluyor tüm parçalar, tüm resim alt üst oluyor.  Sonra ufak ufak kalkıyor üzerini silkeleyip düştüğü yerden. “Canım acımadı ki” demiyor, “Baktım ki ölmedim, ölünmüyor demek” diyor daha çok sanki.

Düşmesini bunca güzel, bunca doğal, bunca içine alarak ve savaşmadan, yok saymadan yapan bir kadının, bir insanın bunca güzel kalkmasını, yeniden ve yeniden başlamasını, her şeyi sıfırlamasını hayranlıkla izliyorsunuz. Hayatla dalaşmadan, hayatın içinde bu kadar rahat akmasını çok seviyorsunuz, sevebilirsiniz, sevmeyi deneyebilirsiniz.

NOT: IMBD sayfasından görebileceğiniz gibi, filmin ve kahramanınn ruhuna uygun olarak, film birkaç dalda aday gösterilmesine rağmen, hiçbir dalda hiçbir ödül kazananamış, "kaybetmiş".. :) En azından, "arada bir kaybeden" yanınıza yakın gelir belki:)

27 Kasım 2013 Çarşamba

Searching For Sugarman: Bir Şarkının İzinde (Yayınlanan Yazılar)



DIGITURK Dergi, Aralık 2013

“Bu film 6 Mart 1998’de Cape Town’da olanlar hakkındadır” ifadesi, çok da yersiz bir önerme olmaz.  İsveçli genç yönetmen Malik Bendjelloul’un 2012 yapımı belgeseli; 2013 En iyi Belgesel Film Oscarı’nın yanısıra, Bafta, Sundance, Norveç Amanda Ödülleri, Amerikan Sinema Editörleri gibi bir çok festivalde otuza yakın ödül kazanmış son derece özel bir öykü.

Öykü özel çünkü, dünyanın bir yerinde –kendi anavatanında- bir türlü tutunamazken, şarkıları hiç dinlenmez, albümleri bir elin parmakları kadar satmazken; bambaşka bir yerde bir dönemin aşkla sarıldığı kahramanı olmuş bir şarkıcının, besteci ve söz yazarının hikayesini anlatıyor. Zaman zaman duygusallaşmadan, kendinizle bir parça özdeşleştirmeden, yaşanmış ve yaşanacak türlü haksızlıkla bağdaştırmadan izlemek pek mümkün değil. Başladığı ilk beş on dakika sizi sarıp sarmamasına göre tamam-devam kararı verebileceğiniz filmlerden. İlk dakikalar yakaladıysa sizi, önünüzde unutulmaz bir doksan dakika daha var bilin ki. Ne arka fondaki müzikten, ne enfes Cape Town görüntülerinden ne de iç sıkan Detroit hallerinden hazzetmedim diyorsanız; kumanda elinizde,  bambaşka keşiflere yönlendirin kendinizi.

Belgeseli hiç ipucu vermeden anlatabilmek, sevdirebilmek imkansız gibi görünse de, izleme zevkine minimum müdahale ile altından kalkmaya çalışalım bu işin. Amerikalı şarkıcı Rodriguez’in bir albümü 70’lerin başında bir şekilde Güney Afrika’ya ulaşır-Rodriguez’le ilk nasıl tanıştıklarından kimse emin değildir.  Bu güçlü ses, protest ve cesur şarkı sözleri o dönemde ırkçı rejimin yoğun baskısı altındaki Güney Afrika’da birçok kişi için umut ışığı olur, isyanın sesine, sembolüne dönüşür. Bir nesil, Rodriguez’le büyür, yirmi yıl Rodriguez diye bir efsane ile özdeşleştirir kendini. İki albümü daha ulaşır ellerine, Güney Afrika’lı müzik grupları ondan esinlenir, baskıcı rejim tarafından Rodriguez’in “seks”li, “uyuşturucu”lu şarkı sözleri yasaklanır, plaklardan şarkılar silinir. Tüm baskılar, isyanı ve hayranlığı büyütür. 70’lerde genç olan her Güney Afrikalı’nın evinde en az bir Rodriguez albümü olduğu söylenir.

Sonra Rodriguez’in sahnede trajik şekilde intihar ettiği öğrenilir, Güney Afrika gazeteleri bu kötü haberi manşetten duyurur, hayranlar yastadır. Ama efsane zihinlerde büyümeye devam eder. Rodriguez bir devri şarkılarıyla büyütmüş, bir devre başkaldırtmış bir şarkıcıdır; müzik raflarında Bob Dylan,Beatles ve Rolling Stones kadar yer kaplamaktadır.

Öykünün, Detroit versiyonu da eş zaman anlatılmaktadır bize. Rodriguez aslında kimdir, nasıl biridir, neyi nerede yanlış yapmıştır, neden nasıl atlanmıştır; çalıştığı plak şirketleri, çalışma arkadaşları ve bar arkadaşları ile izini süreriz.  Güney Afrika’dan çıkan iki müzik dedektifinin, öldü sandıkları müzik devinden herhangi bir ize, bir tanıklığıa ulaşmak istemesiyle öykü dönüşür,  başka bir deyişle 6 Mart 1998 için geri sayım başlar.

Filmi çok katmanlı okuyabilirsiniz. Sixto Rodriguez’in melodilerinde dinlenebilirsiniz, inandığı ve çok sevdiği bir işi yaparken kimseden değer ve takdir görmeyen bir adamın dünyanın bambaşka bir yerinde birilerinin yüreğinin en ince yerine nasıl dokunduğuna tanıklık edebilirsiniz. İnandığınız, gönülden istediğiniz şeylerin peşinden gitmeniz gerektiğine, bir gün mutlaka bir yerde karşılığını alacağınıza inanabilirsiniz. Her baskının aslında bir isyanı nasıl körüklediğini görebilirsiniz, her isyanda filizlenecek bir yer, bir kanal bulan umuda gülümseyebilirsiniz. Her şeyi bir kenara bırakıp, sadece 6 Mart 1998’de Cape Town’da olanları görebilmek için bile bu belgesel filmi  seyredebilirsiniz.