Bilenler bilir, Judith
Lieberman’ın Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Evi’de masal geceleri olur. 25
Haziran’da da sezonun son gecesi vardı. İyi niyetle açık havada düzenlenmiş bir
gece idi, ancak yan tarafta inanılmaz rahatsız edici bir müzikle başladı gece. Ayarlanan
ses sistemi de çok kötüydü. Hemen her şey, bizim değilse de sahnedeki anlatıcının
konsantrasyonunu dağıtmaya yönelik ayarlanmış gibiydi. “Konsantre olamıyorum”
dediği anda elindeki mikrofon yere düştü, tıpkı az sonra anlatacağı masalın en
can alıcı yerinde avuçlarından uçan çekirge anı gibiydi olan biten. Çözülme
anı. Bizler güldük, o güldü, rahatladı, rahatladık.
Sonra mikrofon düzeldi, yandaki
müzik kesildi ve Judith devleşti yine sahnesinde. Biz yetişkinlere masal
anlattı bir saat kadar.
Masal dünyası neden büyülü? Belki
“-meli -malı”lardan değil de tamamen “ol” demekle “olan” şeylerden bahsettiği
için. Evrensel doğruları var mı masalların da, sanki var genelde. Ama olsun,
sonunun aşağı yukarı ne olacağını ya da nasıl olacağını, neye varacağı bilsek
de dinlemek akşamın o saatinde, işten çıkmış yorgun argınken, salonu dolduran çocuklardan
amcalara teyzelere iyi geliyor belli ki.
Modern meddah gibi masalcı.
Arkasında görüntüler yok, bir yerden okumuyor, o an yaşıyor ve yaşatıyor size
olan biteni. O kendince görüyor, siz kendinizde dinleyip, kendinize göre
kuruyorsunuz zihninizde sıfırdan.
Masal yazmakla ilgili atölyeler
de düzenliyor Judith. Birlikte bir 3-4 saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.
Yine iş çıkışı yorgun argın gitmişseniz atölyeye, bir an çok saçma ya da
çocukça bulabileceğiniz birçok şeyden büyük bir ciddiyetle bahseden bir kadın görüyorsunuz
karşınızda. Anda olmaktan, kaybolmaktan, kaybolmaktan korkmamaktan, saçma
sorular üretmekten ciddiyetle bahseden bir kadın.
Sonra büyük bir firmanın
çalışanlarına, birbirimizi içtenlikle dinlemenin önemi üzerine yaptığı
konuşmayı anlatıyor o anı yaşayarak yeniden. On beş yıldır Türkiye’de olan
yaşantısından bahsediyor. Onu Fransa’dan buralara getiren tesadüfler
zincirinden. Tesadüflerden korkmamamız gerektiğinden. Plan yapmanın, yapmaya
çalışmanın zararlarından, kusurlarından. Zihni kapatmayı öğrenmemiz
gerektiğinden. Yürekten gelen sesi dinleyebilmekten. En önemli kararların,
kalple verilmesi gereken kararlar olduğunu söylüyor bize.
En iyi, en güzel, en orijinal fikri
arayıp durmayı kesmeliyiz diyor örneğin. Yaratıcı fikirlerinin en büyük
düşmanının “çok yaratıcı bir şeyler bulmalıyım!” fikrinden geldiğini anlatıyor.
Çok da haksız değil gibi, doğuştan yaratıcı olan zihinlerimizi, düşünce ve hedef kalıplarıyla biraz
daraltmıyor muyuz çoğu zaman.
Atölye boyunca, “düşünmeyin,
aklınıza ilk geleni yazın n’olur” dediğini hatırlıyorum sık sık. Kendimce
önemli bir karar vermek için cebelleşirken, bu hali gözümün önüne geliyor sık
sık. Halen her şeyi gönül gözümle görmeyi beceremiyorum ama, en azından buna
inanıyorum.
Mantıksal çıkarımlar, en çok
kendimizi güvende hissetmek için varlar gibi geliyor. Doğru kararı, doğru
kararı söyleyen iç sesimizi duyamadığımızda; kendimizi güvende hissetmek için
–minik bir çocuğun, yeni bir şey yapar, yeni bir adım atarken annesini göz
ucuyla görmek istemesi gibi belki- “çünkü”ler yaratmak ve onlara tutunarak
yürümek istiyoruz. Hâlbuki tüm kararlar
ve dönemeçler birer iç sesten ibaret belki de. Gürültü, patırtı çok olduğundan,
onu duymamız da zorlaşıyor.
Ve sevgili masallar, gerçekten
burada devreye giriyor olabilir. Çünkü onlar, bildiğimiz “çünküleri” geçersiz
kılıyor. “Bir varmış ama bir de yokmuş” diyerek açılıyor masal. Açıyor kendini
size. Hem var hem yok. Hem burada hem orada, hem mor bulutlar altında hem
gözlüklü bir mantarın üzerinde olma durumu gibi.
Masallar, iç sesimizi duymanın
yollarından biri olabilir. Sizi bambaşka şeyler de açabilir pekâlâ. Doğada bir
yürüyüş, meditasyon, yoga, yüzme, yemek yapma, şarkı söyleme, dans etme, bir müzik
aleti çalmak belki. Masallara da yüzyıllarla hak ettiği değeri vermek gerek bir
parça. Ki burada bir kadın, tam on beş yıldır bıkmadan usanmadan masallar
anlatıyor bize. Bakın, görün, dinleyin, hissedin, açın kendinizi diyor.