18 Ekim 2012 Perşembe

The Art of Getting By




http://www.imdb.com/title/tt1645080/

Gavin Wiesen’in senaryosunu yazıp yönettiği 2011 yapımı The Art of Getting By; başrollerinde Finding Neverland ve Charlie’nin Çikolata Fabrikası’ndan da tanıdığımız Freddie Highmore ve Emma Roberts’ın yer aldığı romantik bir gençlik filmi. Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü adayı olan filmde, lise son sınıftaki George’un (Freddie Highmore) gözünden, anlamlandırmaya çalıştığı hayatına tanıklık ediyoruz. Annesi ve üvey babasıyla yaşayan George, okulla disiplin problemleri olan, yalnız doğduğumuz gibi yalnız öleceğimize ve bu iki temel olay arasında yapılacak hemen her şeyin anlamsız olduğuna inanan bir genç. Okuldan tanıştığı Sally (Emma Roberts) ile başlayan arkadaşlıkları George’u değiştirmeye başlıyor. George, derslere ve ödevlere gereken ilgi ve alakayı halen göstemezken,  Sally sayesinde bir nebze dışa açılıyor, yeni insanlarla tanışıyor, Sally’in onu önemsediğini  ve kendisinin önemsenebilecek biri olduğunu fark ediyor. Daha önce hiçbir kızla birlikte olmamış kahramanımız, duygularını Sally’e itiraf etmekte zorlandığı gibi ilk büyük aşk acısını da Sally vesilesiyle tadıyor.


Bildik bir öyküyü, keyifli New York sokak görüntüleri ve güzel müziklerle işleyen filmde; anne babasının, Sally’nin ve okuldaki hocalarının George’a karşı tavır ve yaklaşımlarını birbirinden farklı görünse de özünde aynı gerçeğe dayanıyor.  Annenin en büyük tedirginliği;  George’un doğru düzgün bir liseyi bitiremezse işsiz kalacağı, hayatı kazanamıyor olacağı. George’a göre çok daha kalabalık ve renkli ilişki geçmişi olan Sally’nin sıkıntısı, George’un hislerini itiraf edemiyor olması. Hocalarının en büyük şikayeti, George’un içindeki potansiyeli açığa çıkartmıyor, kendini ciddiye almıyor olması. Onsekiz yaşındaki bir genç olan George’u bu üç farklı yaş grubundaki insan da aslında fazlasıyla ciddiye alıyor ve önemsiyor.

George’un kırılma noktası; sunulacak son şansı da değerlendirememesi durumunda okuldan atılacak olduğunu öğrenmesiyle beliriyor.  Anne baba ile yaşanana tartışma, Sally’nin onu artık beklemediğini fark etmesi ve annesinin, omzunda ağlaması George’u kendi hayatı için harekete geçiriyor. Mezun olabilmesi için resim hocasının tek bir ödev veriyor;  daha önce kendine söylemeye itiraf edemediği, gerçekten içinden çekip çıkaracağı bir şeyi ciddiyetle resmetmesi gerek. Hocasını, samimiyetine inandıramaması geçer not alamayacağını öğrniyor. Bir yandan Türkiye’deki eğitim sistemini düşününce, onsekiz yaş bunalımlarını yaşayan bir gence; kendini buldurma, kendine saygı duydurma dersi veren hocalarının tavrı izleyende hayranlık uyandırıyor. Huysuz ve yaşlı bir adam gibi görünen resim hocası, trigonometriyi ve ödevlerini ciddiye alması gerektiğini tane tane anlatan matematik hocası, okudukları kitapta romantik akımın izlerini soran edebiyat hocası; George’a hayata asılmayı, hayata karışmayı, “ben de varım ve beni ben yapan bu yanlarımla varım” dedirtmeye çalışıyor özen ve ısrarla.

 “Katmanları seviyorum” diyerek parti evinde bile paltosunu çıkarmayan George, yavaş yavaş altına gizlendiği kabuklarından sıyrılıyor. Hayata karışmaya, hayatının akışında söz sahibi olmaya başlıyor. Küçük dünyasındaki, küçük değişkenleri değiştirmeye çalışıyor. Korunaklı katmanlarından sıyrıldıkça; hayal kırıklıklarında ve sevinçli anlarında gözleri samimiyetle kızarıp ıslanıyor. Hüznün iyileştirici ve olgunlaştırıcı tadıyla tanışıyor belki de. Küçük dünyasında, kendiyle karşılaşıp, kendini büyütüyor yavaş yavaş.

Hepimizin farklı zamanlarda farklı şekillerde sorduğu soruları, geçtiği dönemeçleri  George kendine has üslübuyla deneyimliyor. Bilmedik bir sona varmayan, hiç söylenmemiş yepyeni şeyler söylemeyen ama izlemesi keyifli bir yolculuğa davet ediyor film izleyicileri. Hemen her yaşta, yeniden ve farklı şekillerde sorgulanıyordur “hayatın anlamı”. Herkes kendine göre farklı bir defter ve hesap tablosu tutuyordur, kimilerinin soruları onsekizinde, kimilerininki otuzlarında başlamış olabilir. Yalnız doğup yalnız öldüğümüz gerçeğini hemen hemen hiçbirimiz değiştiremediğimiz gibi; iç yolculukları gönül rahatlığıyla tamamen bitirmeyi de pek başaramıyoruz, sorgulamalar farklı yaşlarda farklı şekillerde ve farklı buluşlarla hep devam ediyor. George, içine doğru adımlarını yeni yeni atıyor ve izleyenleri kendi ilk zamanlarına götürüyor. 

5 Ekim 2012 Cuma

50'sinde Erkek (Yayınlanan Yazılar)



50’sinde Erkek

“40’ında 40 Kadın” isimli projeden sonra Tuluhan Tekelioğlu, “50’sinde Erkek” projesi ile bu defa erkekleri dinledi ve İZ TV’de bu ay yayınlanmaya başlayacak belgeselde; farklı meslek gruplarından 50’li yaşlarındaki erkeklere; 50 yaşın hayatlarında neyi, nasıl değiştirdiğini sordu -Sibel Ekdemir Kaya

Hazırladığı programlar ve yazdığı yazıların yanı sıra son dönemde yaptığı projelerle de adından sıkça söz ettirdi Tuluhan Tekelioğlu. Önce “40’ında 40 kadın” projesiyle, o yaştaki kadınların neler hissettiğini, nasıl yaşadıklarını aktardı. Proje çok ses getirince işin erkek ayağını yapmadan olmazdı tabii. Kendisine kadınlardan da böyle bir istek gelince onları kıramadı ve bu kez 50 yaşındaki adamların peşine düştü. Belki de ilk kez erkekler içinde bulundukları hissiyat hakkında bu kadar açık konuştu. Biz de Tekelioğlu’yla, yeni projesiyle ilgili konuştuk.

50’sinde Erkek”, “40’ında 40 Kadın” ile ilintili midir, onun devamı mıdır sizce?
Bu projeyi kadınlar benden talep ettiler. “40’ında 40 Kadın” ile neredeyse tüm Türkiye’yi dolaştım, kadınlar “erkeklerle de konuşun” dediler. Bu işin daha zor olacağını tahmin etmiştim. Proje bir buçuk yılda tamamlandı, ama iyi oldu. Türkiye’de ilk kez erkekler konuştu.

Kadınlar için 40 yaşı tercih etmişken, erkekler için neden 50 yaşı seçtiniz?
Aynı yaşta olgunlaşmıyoruz, kadın erkekten daha çabuk olgunlaşıyor, toplum büyütüyor kadını. Kadının dönüm yaşı, kendini, hayatı algıladığı, ne yaşadığının farkına vardığı yaşı 40, erkekte bu 50. 40’ında erkek halen evinin geçiminin derdinde, toplumsal iktidarını güçlendirme derdinde, kendi hayat dertleriyle uğraşıyor. 50’sinde ise, aynen kadının 40’ında yaşadığı duvara toslama anını yaşıyor. Bir pazarcıyla, bir terzinin, Ahmet Ümit’in, Nebil Özgentürk’ün, Metin Uca’nın farkındalığı aynı farkındalıktı; “Bana ne oluyor, önümde yaşayacağım sağlıklı bir onbeş yirmi sene daha var, bu kalan yıllarımı nasıl yaşayacağım? Eskisi gibi devam etmek istemiyorum” diyorlardı. İşte ben de “50’sinde erkek, yola girmek mi yoldan çıkmak mı istiyor?”, bunu soruyorum. Biz kadınlar buna yoldan çıkmak diyoruz ama onlar aslında kendi yollarına giriyor. “İstediğim gibi yaşamak istiyorum” diyorlar.

Projedeki isimler nasıl belirlendi?
Bu, bir buçuk yıla yayılan demlenmiş bir çalışma. Bir taksi şöförü seçtim ama öncesinde on tane taksi şöförüyle konuştum. Mehmet Öz’ü seçtim, ama öncesinde onun profilinde birçok doktorla konuşmuştum. 50 yaş, erkeğin farklı dönemler yaşayabileceği bir yaş; o yüzden 50’sinde baba olmuş bir erkek olsun istiyordum, Nebil Özgentürk ile çocuğu on bir günlükken konuşma şansım oldu. Ahmet Ümit bir dede. Çok çeşitli meslek profillerinde erkekler var belgeselde; bir cezaevi müdürü, bir kadın terzisi, bir kadın kuaförü var.

Kadınlar 40 yaşı kendilerini keşfettikleri bir eşik olarak anlatırken, erkekler 50 yaşı yaşlılık üzerinden tasvir ediyor...
Erkek sağlıktan yola çıkıyor; çünkü erkek, kadın gibi toplumun ona dayattığı bir yaşam mücadelesi içinde değil. Erkek kendisiyle, kadınsa başka şeylerle mücadele ediyor. İyi anne olmak, evde yemek yapmak, geleneklere uymak, kocanın koyduğu kurallara uymak zorundasın. Kadının önünde, yıkmak zorunda olduğu duvarlar var maalesef. Erkek öyle değil, onun kendi içindeki çocuğu büyütmeme haykırışı var, “Hayır ben büyümeyeceğim” diyor.

Aldatma, cinsel tercihler, hastalıklar üzerine çok samimi itiraflar var, bu samimiyet nasıl yakalandı sizce?
Onlarla ön görüşmeler yaptım, kendimi onlara anlattım, anlatmak yeterli değil, insanın birine güvenmesi için bir şeyler hissetmesi lazım zannediyorum, o güveni verdiğimi düşünüyorum onlara. Bir de sanırım konuşma zamanları gelmişti, ben doğru zamanda doğru bir şey yaptım. Doğru zamanda sordum onlara.

50’li yaşlarındaki bir taksici, kendinden çok daha genç kadınlarla birlikte olmayı tercih ettiğini, kendi yaşındaki kadınlardan uzak durduğunu anlatıyor filmde, ne düşünüyorsunuz bu konuda?
“Her erkek çapkındır, taksi şöförleri de çapkın olur, ama ben daha da çapkınım” diyor. ”Taksime kadınlar biniyor, yaşlarını soruyorum; 50 dediği anda dönüp bakıyorum, ben böyle biriyle mi evli olacaktım” diyor. Ama kendisi bakmıyor aynaya. Ruh bedenle aynı anda yaşlanmıyor, tüm sorun bu aslında.

Belgeselde, Mustafa Altıoklar erkeklerdeki tüm sıkıntının, annelerin oğlan çocuklarını ‘en’ yapma arzusu olduğunu söylüyor, katılıyor musunuz?
Ben de bir anneyim, bu durumu etrafımdaki birçok annede de gözlemliyorum. Babam bana hep “Yaptığın işte en iyisi ol” derdi. Bu sözünün doğru olduğunu düşünmüyorum. Bana söylemesi gereken şey şuydu; “En mutlu olduğun işi yap ve sen mutlu oluyorsan bunu yap, başkaları ne düşünüyor umurunda olmasın.” Ben oğluma bunu söylüyorum.

Sizin için eşik olduğunu düşündüğünüz bir yaş var mıdır?
“40’ında 40 Kadın”ı kendim için yaptım aslında. Cesaret edemeyeceğim şeyleri, onlar yapmışlardı, önce gidip o uzak mahallelerde o kadınlarla konuştum, “haydi bakalım şimdi sıra sende” dedim kendime. Ve ondan sonra boşanma kararı aldım 40’ından sonra... 


Bu projeyle ilgili bundan sonrası için beklentileriniz nelerdir?
Bu proje için epey emek harcadım, bir sponsor desteği olmadan kendi imkanlarımla, İZ TV’nin, Turkuvaz Kitap’ın desteğiyle yaptım, çok teşekkür ederim onlara da. Bütün isteğim bu filmin daha çok kadına ve erkeğe ulaşması, festivallerde gösterilmesi. “50’sinde Erkek” bence dünyada görülmesi gereken bir film olacak, çünkü erkekler ilk kez konuştu.