6 Aralık 2012 Perşembe

Laetitia Casta (Yayınlanan Yazılar)


DIGITURK Dergi, Aralık 12

Festivalin En Güzeli

Laetitia Casta, Normandiyalı bir annenin ve Korsikalı babanın ikinci çocuğu... Asıl kariyeri olan mankenlikle tanışıklığı, 15 yaşında Korsika plajlarında kumdan kaleler yaparken fotoğrafçı Frederic Cresseaux tarafından fark edilmesiyle başladı. Güzel model, daha sonra 1996’da Vogue Paris’in eylül sayısında yer aldı ve Victoria’s Secret'ın ünlü mankenlerinden biri oldu. 1998’de Rolling Stones dergisi tarafından ‘Yaşayan En Seksi Kadın’ olarak seçildi. Brigitte Bardot’yu andıran fiziğiyle; Jean Paul Gaultier, Yves Saint Laurent, Chanel, Givenchy gibi birçok ünlü markanın çekimlerinde yer aldı, L’Oréal ve Pantene gibi kozmetik firmalarının yüzü oldu. 1998’den beri de L’Oréal Paris’in marka elçisi. Cosmopolitan, Glamour gibi birçok moda dergisinde yüzden fazla kez kapak oldu.

Demokrasinin sembolü
2000’de, Fransa’da cumhuriyetin ve bağımsızlığın simgesi olan Marianne seçildi. İlk Marianne, Brigitte Bardot idi; onu Mireille Mathieu izlemişti. 1985’te yeni yüz Catherine Deneuve oldu. Latetita Casta, Fransa’da cumhuriyet ve demokrasinin sembolü olarak, ilk kez 15 binden fazla belediye başkanının katıldığı bir oylamayla, yüzde 36’dan fazla oy olarak yeni Marianne seçildi. Ünlü yıldız, bu seçimin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra Londra’ya yerleşme kararı aldı. Fransa’da tepkilere yol açan bu hareketi, Casta’nın, ülkesinde uygulanan ağır vergilerden kaçmak için böyle bir değişikliğe gittiği şeklinde yorumlandı.


1999’dan beri uzun ya da kısa metrajlı filmlerde yer alarak değişik rolleri deneme fırsatı bulan Laetitia Casta, mankenliğin yanı sıra beyazperdedeki başarılarıyla da adından söz ettiriyor. Casta, ilk olarak “Asterix ve Oburiks Sezar’a Karşı” filmindeki Falbala rolüyle kamera karşısına geçti. Bu filmde Gerard Depardieu gibi usta bir oyuncuyla çalışma fırsatı buldu. Film, aynı zamanda Fransa’da çevrilmiş en pahalı film olma özelliğini taşıyordu. 2. Dünya Savaşı Fransa’sını anlatan “Mavi Bisiklet” adlı TV filminde rol almasıyla, kariyeri daha da ivme kazandı. 

2011’de, Brigitte Bardot’yu canlandırdığı “Gainsbourg: A Heroic Life” filmindeki rolü ile Sezar ödülüne aday gösterildi. Bu yıl 69.’su düzenlenen Venedik Film Festivali’nde de jüri üyeliği yaptı. Mankenlik ve oyunculuk dışında Casta’nın meşhur birkaç klibi de var. Bunlardan en ünlüsü Chris Isaac’ın şarkısı “Baby Did a Bad, Bad Thing”e çekilen klip... Son olarak bir de özel hayatına dair bilgi verelim: Üç çocuk annesiCasta, İtalyan aktör Steffano Accorsi ile evli.

Kamel Kalev’in senaryosunu yazıp yönettiği “The Island” filminde, Laetitia Casta otuzlu yaşlarında evli Fransız bir kadın olan Sophie’yi canlandırıyor. Sophie’nin ısrarıyla başlayan bir Bulgaristan yolculuğu, orta yaşlarındaki çifte; kendilerini, ilişkilerini, hayatı sorgulatıyor. Çok sık izleme fırsatı bulmadığımız bu dünya güzeli ile hasret gidermek için iyi fırsat.

30 Kasım 2012 Cuma

Gadjo Dilo'nun Son Sahnesi



Yaşam, çoğu zaman nereli olduğunuzla ya da ne olduğunuzla değil; nereli hissettiğinizle ve ne hissettiğinizle ilintilidir, arzulara düşüncelere paralel yaşanır. Öyle olunması icap eder, bunun önüne geçilemez, geçilmesi tavsiye edilmez. Eğer bu yönde direniş gösterilirse; iç tıkanır, boğulur, içeride bir çocuk uzun uzun ağlar. Ölmediği gibi, sesini de kesmez, bir ömür boyu sesi kulaklarınızda, arzularınıza gem vurduğunuz, o çocuğu dinlemediğiniz, onun gidelim dediği yere gitmediğiniz, onu iyi edemediğiniz için size ağıt yakar, onu ölümüne sürüklediğiniz için.

Stéphane, babasının içine işleyen bir çingene şarkısı, belki de acılı bir aşk hikayesi ardından, Romanya’yı dolaşır Fransa’dan kalkıp. Neleri ardında bıraktığını bilmeyiz, sadece kararlı olduğunu biliriz, uzun zamandır bu yolda olduğunu, duyduğu bir sese, belki de sırf babası aşık olduğu için tutkuyla olduğunu biliriz, onun ardından yollara düştüğünü biliriz.

Dilini bilmediği çingenelerin duruluğuna, içten gelişlerine, üzüntülerine, sevinçlerine, heyecanlarına ortak olduğunu görürüz. Dünyaya onların durduğu yerden bakmaya başladığını görürürüz, kendini “yabancI” hissetmediğini görmeye başlarız, çok temel bir noktada bile anlaşamazken, aynı dili konuşamazken; yüzlere, seslere, davranışlara yansıyan içten gelişte, samimiyette buluşurlar.

Ölülerin ardından gözyaşlarıyla çalınan şarkılarla, göbek atılan şarkılar aynıdır bunu biliriz “Düğün ve Cenaze” benzeri albümlerden de. Önemli olan ne olduğu değil, ne hissedildiğidir çünkü, en çok bu yanını severiz “çingene” olmanın, “doğal” olmanın, “içten gelen bir dosdoğruluk” olmanın illa bir yanını seveceksek. Bu ağaçla ağaç, taşla taş olabilme halini severiz.

Babası gibi kasetler toplar Stéphane çingene köylerinde; yıllarca anıdan, yaşanmışlıktan süzülen türküler toplar titizlikle, köylerin, şarkıcıların, çalgıcıların öykülerini tutar. Babasından kalan kasette yoktur öyküsü şarkıcının, çalgıcının, şarkının. Kendi kasetlerinde yer vermeye çalışır tüm bu bilgilere, kasetleri bir gün bulacak dinleyecek ve kasetlerdeki yanık sese, acıya, neşeye ya da her ne hissedecekse dinleyen ona vurulup yollara düşeceğini bilerek, kendisi kadar zorlanmadan ulaşmasını ister şarkıcıya. Kendisi için ve kendinden sonra gelecekler için kaydeder, arşivler şarkıları.

Çingene köyü yakılır, bir bardak suda kopar fırtına. Ötekileşir aradaki tüm mesafeler, çingene olmakla çingene olmamak bir bardak suda kopartır fırtınayı. Haklı haksız aranmaz kavgada. Tüm köy yakılır. Köylüler ölür. Şarkıları, türküleri toplanmış, toplanmamış köylüler ölür. Köy o kadar derme çatmadır ki böylesi bir yıkım, böylesi bir ölüm bekleniyor, tahmin ediliyor, öngörülüyor gibidir.

Hayatın bu kadar pamuk ipliğine bağlı olması, bağlı yaşanması belki de bu kadar çoşkun yapandır her şeyi. Her anın tadı o yüzden bunca güzel çıkarılıyordur, herkes aynı anda aynı çoşkuyu, aynı hüznü bundan bu kadar kolay, bu kadar içten, bu kadar arzuyla duyuyordur. Bu kenetleniş, bir gün bir yerde hepsinin aynı kaderi paylaşağını bilmekten ileri geliyordur belki. Belki bu yüzden “yabancı” bu kadar yabancıdır, “gadjo”dur, ötekidir, kötüdür, tehlikelidir, hırsızdır, tavukları çalandır, kızların ırzına geçendir. Her kenetleniş bir dışlayış, bir içine kapanıştır hepimiz için halbuki. Bir benzerimizi aramamız hep bir dışlamadır her birimiz için. Ama yaparız, yaşarız, seçeriz, severiz.

Tüm kasetler kırılır, bantları koparılır, isimlerin tutulduğu defter yırtılır gömülür filmin sonunda. Bulunmamak için, görünmemek için, ölenlerin anısı, ölenlerin yerine gömülür. Çingene gibi gömülür Stéphane’ın elinden. Bir başka yerde bir başka kulak duysun istemez bu kayıtları kahramanımız, Nora Loca’nın da öldüğünü bilir, kendi çektiği acıları ondan sonrakiler çeksin istemez. Her yanık türküde saklı bir acı olduğunu bilir, buna saygı duyar. Sesleri kendileriyle başbaşa bırakır. Babasını düşünür. Nora Luca’nın babasına düşündürdüklerini, yaşattıklarını, onu göçmenlerle ölüme gönderecek kadar etkileyen yaşanmışlıklarını düşünür, bugüne kadar bu acıyı farketmediğini düşünür. Babasını anlamak için çıktığı yolculukta, kendi için bulur cevaplarını, ölenleri huzur içinde yatmaları için anılarıyla gömer arzu edeceklerini düşündüğü gibi.

Bir başkasının gözlerinde, özleminde, arzusunda, acısında, neşesinde kaybolmak, kaybolabilmek hepimiz için bir şans olurdu, bu şans bizi bir yapardı. Her bir, bir diğeri dışlardı. Kendi içine dönük, dışına kapalı, içinde cennet, dışına cehennem bir dünya yaratırdı. Bu aynı anda mutlu ve aynı anda acı içinde olma durumu belki de, bu kadar çoşkun yapıyor çingene ruhunun her anını. Göçebe olma durumunu, her an gidebilir ama hiç gitmeye de bilir olma durumunu...    

23 Kasım 2012 Cuma

Alkazar düştü...(Yayınlanan Yazılar)


http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=984145&CategoryID=42

Radikal İki, 7 Mart 2010

Canımızı en çok yakan yerinden başlayalım yazıya. Üniversite yıllarında tanıştım Alkazar’la, tüm Taksim, hatta tüm İstanbul gibi, bir gül bahçesi vaadiyle sunulan beş yıllık bir biletle başlamıştı düşüm kendini yazmaya.

Alkazar, öykülerini okuduğumuz dünyaları perdeye döküyordu bizim için, Avrupa kıtasında, uzak ülkelerde ne olup bitiyorsa oralara özgü, orada görüyorduk. O gün bir sınav mı güzel geçti ya da yeni bir aşk mı yaşanıyordu, kesin bir ilgisi vardı, bir anısı vardı Taksim’de filme gitmekle. Yoksa oldururduk, mutlaka bağlardık bir yanını, “anısı biz olurduk” filmlerin. Adını öyle koymuştuk çünkü. “Frigo isteyen var mııı” çığlığını en çok oradan anımsıyordu Zeynebim misal. Koltuklarında biriken anılar, binlerce farklı duygu düşünceyle koltuğa gömülen suretler düşüyordu bir meleğin aklına. O koltukları bir bir söktüklerini gördüm ben geçen Cumartesi... Kapanışın anısına hatıra fotoğrafı çektirdik Özlem’le, aptallaşan bir şaşkınlık içinde. Adalet Hanım’ın gözleri her sözcüğünde akıyordu içine, “Ben de sizin bir fotoğrafınızı çekebilir miyim siz buraları son kez çekerken” diyordu titreyen bir sesle. Ve seanslar basılmamıştı gazetelere son gününde.

Hem güzel hem acı hepimiz için, böylesi güçlü bir bağ kurabilmiş olmak bir bina, bir mekanla. Farklılıkların kaynaştığı, kaynaşmak zorunda olduğu kent tanımına en yakın bulduğumuz için “alternatif” filmleri belki de. Kentli olmak bu bilinçten geçtiği için, başkalıkları yadsımayıp tanımaya çalıştığımız, merak ettiğimiz için... “Alkazar’daysa kesin görmeye değerdir” kredisi verebildiğimiz bir referans noktası olduğu için zamanla. 

İstanbul’da her an her şeyin olabileceğine inandıran Alkazar’ın kocaman perdeleri, iki kıtaya uzanan salonları, kabartmalar, heykeller hepsi asıl bizim burada geçici, misafir olduğumuzu ve saygı duymamız gerektiğini anlatırken, gidenin biz değil o olması garip, tuhaf.

Ekonomik imkansızlıklar, değişen talepler, öncelikler, amaçlar hızla bir yerlere doğru giderken, sanırım ilk kez bu kadar canım yandı on yıllık yarı İstanbullu olarak. İlk kez bu kadar yakınıma geldi ateş, kente ilişkin bir yerleri bunca sevdiğimi, hayatımda bunca net ve sağlam bir yer verdiğimi ilk defa anladım. Bir mekandan çok daha fazlası olarak, oradan çıkarken başkalaştığımı gördüm. İzlediğim filmlerdeki yerlerden geri gelip, İstiklal’de insanlara karışırken, zihnimde kalan tadın bunca güzel olduğunu, beni sonrasında bunca zenginleştirdiğini gördüm. Emek sineması bir yanımı yaraladıysa, aynı anda üç salonundan olduğum Alkazar da diğer yanımı yaraladı.

Kimse, uzak ülkelerde kurulan düşleri de merak etmeyecek böyle giderse, bir başka kıtada bir çocuk babasını nasıl affetmiyor, deniz fenerinin tepesine öleceğini bilip neden çıkıyor yağmur altında, kimse sormayacak. Film boyunca deli gibi koşan kırmızı saçlı ablanın hikâyesini bilen olmayacak. Bir terasta yenen kalabalık bir İtalyan yemeğinin tadına kimse kırmızı perdeli tarihi bir salonda varmanın başka bir türlü bir şey olabileceğini, insanı bir başka türlü etkileyip değiştirebileceğini bilmiyor olacak. Duvara karşı, fren izi olmaksızın sürülen bir arabadaki intihar teşebbüsüne Alkazar’ın kırmızı koltukları ve minik ışıkları üzerinden bakmanın kişiyi başkalaştırabileceğini kimse bilmeyecek.

En yakınlarımıza yaptığımız gibi “orada olduğunu biliyorum, seni seviyorum” yetmiyor her zaman inandırmaya sevgimizi. Kaç zamandır içinden çıkılamayan ekonomik krizlerinde, benim de ayağım seyrekleşmişti, yolum düşmüyordu oraya. Bunca güzel anı, yaşanmışlık, inanmışlık bıraktığın için teşekkür ederim. Ağrımasa bilmezdik yüreğimizin yerini, biliyoruz bunu Zeynebimle biz. Ağrıttığın için bir yerleri, teşekkür ederim Alkazar. Her eksiklik biraz üzer, biraz büyütürse insanı, buna inananalım, buna tutunalım. Hepimizi, bu kenti, başkalıkları barındırmasını öğrenebilen yanı kurtaracak, yoksa boğazın suları çekildiğinde hepimiz yok olacağız.

18 Ekim 2012 Perşembe

The Art of Getting By




http://www.imdb.com/title/tt1645080/

Gavin Wiesen’in senaryosunu yazıp yönettiği 2011 yapımı The Art of Getting By; başrollerinde Finding Neverland ve Charlie’nin Çikolata Fabrikası’ndan da tanıdığımız Freddie Highmore ve Emma Roberts’ın yer aldığı romantik bir gençlik filmi. Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü adayı olan filmde, lise son sınıftaki George’un (Freddie Highmore) gözünden, anlamlandırmaya çalıştığı hayatına tanıklık ediyoruz. Annesi ve üvey babasıyla yaşayan George, okulla disiplin problemleri olan, yalnız doğduğumuz gibi yalnız öleceğimize ve bu iki temel olay arasında yapılacak hemen her şeyin anlamsız olduğuna inanan bir genç. Okuldan tanıştığı Sally (Emma Roberts) ile başlayan arkadaşlıkları George’u değiştirmeye başlıyor. George, derslere ve ödevlere gereken ilgi ve alakayı halen göstemezken,  Sally sayesinde bir nebze dışa açılıyor, yeni insanlarla tanışıyor, Sally’in onu önemsediğini  ve kendisinin önemsenebilecek biri olduğunu fark ediyor. Daha önce hiçbir kızla birlikte olmamış kahramanımız, duygularını Sally’e itiraf etmekte zorlandığı gibi ilk büyük aşk acısını da Sally vesilesiyle tadıyor.


Bildik bir öyküyü, keyifli New York sokak görüntüleri ve güzel müziklerle işleyen filmde; anne babasının, Sally’nin ve okuldaki hocalarının George’a karşı tavır ve yaklaşımlarını birbirinden farklı görünse de özünde aynı gerçeğe dayanıyor.  Annenin en büyük tedirginliği;  George’un doğru düzgün bir liseyi bitiremezse işsiz kalacağı, hayatı kazanamıyor olacağı. George’a göre çok daha kalabalık ve renkli ilişki geçmişi olan Sally’nin sıkıntısı, George’un hislerini itiraf edemiyor olması. Hocalarının en büyük şikayeti, George’un içindeki potansiyeli açığa çıkartmıyor, kendini ciddiye almıyor olması. Onsekiz yaşındaki bir genç olan George’u bu üç farklı yaş grubundaki insan da aslında fazlasıyla ciddiye alıyor ve önemsiyor.

George’un kırılma noktası; sunulacak son şansı da değerlendirememesi durumunda okuldan atılacak olduğunu öğrenmesiyle beliriyor.  Anne baba ile yaşanana tartışma, Sally’nin onu artık beklemediğini fark etmesi ve annesinin, omzunda ağlaması George’u kendi hayatı için harekete geçiriyor. Mezun olabilmesi için resim hocasının tek bir ödev veriyor;  daha önce kendine söylemeye itiraf edemediği, gerçekten içinden çekip çıkaracağı bir şeyi ciddiyetle resmetmesi gerek. Hocasını, samimiyetine inandıramaması geçer not alamayacağını öğrniyor. Bir yandan Türkiye’deki eğitim sistemini düşününce, onsekiz yaş bunalımlarını yaşayan bir gence; kendini buldurma, kendine saygı duydurma dersi veren hocalarının tavrı izleyende hayranlık uyandırıyor. Huysuz ve yaşlı bir adam gibi görünen resim hocası, trigonometriyi ve ödevlerini ciddiye alması gerektiğini tane tane anlatan matematik hocası, okudukları kitapta romantik akımın izlerini soran edebiyat hocası; George’a hayata asılmayı, hayata karışmayı, “ben de varım ve beni ben yapan bu yanlarımla varım” dedirtmeye çalışıyor özen ve ısrarla.

 “Katmanları seviyorum” diyerek parti evinde bile paltosunu çıkarmayan George, yavaş yavaş altına gizlendiği kabuklarından sıyrılıyor. Hayata karışmaya, hayatının akışında söz sahibi olmaya başlıyor. Küçük dünyasındaki, küçük değişkenleri değiştirmeye çalışıyor. Korunaklı katmanlarından sıyrıldıkça; hayal kırıklıklarında ve sevinçli anlarında gözleri samimiyetle kızarıp ıslanıyor. Hüznün iyileştirici ve olgunlaştırıcı tadıyla tanışıyor belki de. Küçük dünyasında, kendiyle karşılaşıp, kendini büyütüyor yavaş yavaş.

Hepimizin farklı zamanlarda farklı şekillerde sorduğu soruları, geçtiği dönemeçleri  George kendine has üslübuyla deneyimliyor. Bilmedik bir sona varmayan, hiç söylenmemiş yepyeni şeyler söylemeyen ama izlemesi keyifli bir yolculuğa davet ediyor film izleyicileri. Hemen her yaşta, yeniden ve farklı şekillerde sorgulanıyordur “hayatın anlamı”. Herkes kendine göre farklı bir defter ve hesap tablosu tutuyordur, kimilerinin soruları onsekizinde, kimilerininki otuzlarında başlamış olabilir. Yalnız doğup yalnız öldüğümüz gerçeğini hemen hemen hiçbirimiz değiştiremediğimiz gibi; iç yolculukları gönül rahatlığıyla tamamen bitirmeyi de pek başaramıyoruz, sorgulamalar farklı yaşlarda farklı şekillerde ve farklı buluşlarla hep devam ediyor. George, içine doğru adımlarını yeni yeni atıyor ve izleyenleri kendi ilk zamanlarına götürüyor. 

5 Ekim 2012 Cuma

50'sinde Erkek (Yayınlanan Yazılar)



50’sinde Erkek

“40’ında 40 Kadın” isimli projeden sonra Tuluhan Tekelioğlu, “50’sinde Erkek” projesi ile bu defa erkekleri dinledi ve İZ TV’de bu ay yayınlanmaya başlayacak belgeselde; farklı meslek gruplarından 50’li yaşlarındaki erkeklere; 50 yaşın hayatlarında neyi, nasıl değiştirdiğini sordu -Sibel Ekdemir Kaya

Hazırladığı programlar ve yazdığı yazıların yanı sıra son dönemde yaptığı projelerle de adından sıkça söz ettirdi Tuluhan Tekelioğlu. Önce “40’ında 40 kadın” projesiyle, o yaştaki kadınların neler hissettiğini, nasıl yaşadıklarını aktardı. Proje çok ses getirince işin erkek ayağını yapmadan olmazdı tabii. Kendisine kadınlardan da böyle bir istek gelince onları kıramadı ve bu kez 50 yaşındaki adamların peşine düştü. Belki de ilk kez erkekler içinde bulundukları hissiyat hakkında bu kadar açık konuştu. Biz de Tekelioğlu’yla, yeni projesiyle ilgili konuştuk.

50’sinde Erkek”, “40’ında 40 Kadın” ile ilintili midir, onun devamı mıdır sizce?
Bu projeyi kadınlar benden talep ettiler. “40’ında 40 Kadın” ile neredeyse tüm Türkiye’yi dolaştım, kadınlar “erkeklerle de konuşun” dediler. Bu işin daha zor olacağını tahmin etmiştim. Proje bir buçuk yılda tamamlandı, ama iyi oldu. Türkiye’de ilk kez erkekler konuştu.

Kadınlar için 40 yaşı tercih etmişken, erkekler için neden 50 yaşı seçtiniz?
Aynı yaşta olgunlaşmıyoruz, kadın erkekten daha çabuk olgunlaşıyor, toplum büyütüyor kadını. Kadının dönüm yaşı, kendini, hayatı algıladığı, ne yaşadığının farkına vardığı yaşı 40, erkekte bu 50. 40’ında erkek halen evinin geçiminin derdinde, toplumsal iktidarını güçlendirme derdinde, kendi hayat dertleriyle uğraşıyor. 50’sinde ise, aynen kadının 40’ında yaşadığı duvara toslama anını yaşıyor. Bir pazarcıyla, bir terzinin, Ahmet Ümit’in, Nebil Özgentürk’ün, Metin Uca’nın farkındalığı aynı farkındalıktı; “Bana ne oluyor, önümde yaşayacağım sağlıklı bir onbeş yirmi sene daha var, bu kalan yıllarımı nasıl yaşayacağım? Eskisi gibi devam etmek istemiyorum” diyorlardı. İşte ben de “50’sinde erkek, yola girmek mi yoldan çıkmak mı istiyor?”, bunu soruyorum. Biz kadınlar buna yoldan çıkmak diyoruz ama onlar aslında kendi yollarına giriyor. “İstediğim gibi yaşamak istiyorum” diyorlar.

Projedeki isimler nasıl belirlendi?
Bu, bir buçuk yıla yayılan demlenmiş bir çalışma. Bir taksi şöförü seçtim ama öncesinde on tane taksi şöförüyle konuştum. Mehmet Öz’ü seçtim, ama öncesinde onun profilinde birçok doktorla konuşmuştum. 50 yaş, erkeğin farklı dönemler yaşayabileceği bir yaş; o yüzden 50’sinde baba olmuş bir erkek olsun istiyordum, Nebil Özgentürk ile çocuğu on bir günlükken konuşma şansım oldu. Ahmet Ümit bir dede. Çok çeşitli meslek profillerinde erkekler var belgeselde; bir cezaevi müdürü, bir kadın terzisi, bir kadın kuaförü var.

Kadınlar 40 yaşı kendilerini keşfettikleri bir eşik olarak anlatırken, erkekler 50 yaşı yaşlılık üzerinden tasvir ediyor...
Erkek sağlıktan yola çıkıyor; çünkü erkek, kadın gibi toplumun ona dayattığı bir yaşam mücadelesi içinde değil. Erkek kendisiyle, kadınsa başka şeylerle mücadele ediyor. İyi anne olmak, evde yemek yapmak, geleneklere uymak, kocanın koyduğu kurallara uymak zorundasın. Kadının önünde, yıkmak zorunda olduğu duvarlar var maalesef. Erkek öyle değil, onun kendi içindeki çocuğu büyütmeme haykırışı var, “Hayır ben büyümeyeceğim” diyor.

Aldatma, cinsel tercihler, hastalıklar üzerine çok samimi itiraflar var, bu samimiyet nasıl yakalandı sizce?
Onlarla ön görüşmeler yaptım, kendimi onlara anlattım, anlatmak yeterli değil, insanın birine güvenmesi için bir şeyler hissetmesi lazım zannediyorum, o güveni verdiğimi düşünüyorum onlara. Bir de sanırım konuşma zamanları gelmişti, ben doğru zamanda doğru bir şey yaptım. Doğru zamanda sordum onlara.

50’li yaşlarındaki bir taksici, kendinden çok daha genç kadınlarla birlikte olmayı tercih ettiğini, kendi yaşındaki kadınlardan uzak durduğunu anlatıyor filmde, ne düşünüyorsunuz bu konuda?
“Her erkek çapkındır, taksi şöförleri de çapkın olur, ama ben daha da çapkınım” diyor. ”Taksime kadınlar biniyor, yaşlarını soruyorum; 50 dediği anda dönüp bakıyorum, ben böyle biriyle mi evli olacaktım” diyor. Ama kendisi bakmıyor aynaya. Ruh bedenle aynı anda yaşlanmıyor, tüm sorun bu aslında.

Belgeselde, Mustafa Altıoklar erkeklerdeki tüm sıkıntının, annelerin oğlan çocuklarını ‘en’ yapma arzusu olduğunu söylüyor, katılıyor musunuz?
Ben de bir anneyim, bu durumu etrafımdaki birçok annede de gözlemliyorum. Babam bana hep “Yaptığın işte en iyisi ol” derdi. Bu sözünün doğru olduğunu düşünmüyorum. Bana söylemesi gereken şey şuydu; “En mutlu olduğun işi yap ve sen mutlu oluyorsan bunu yap, başkaları ne düşünüyor umurunda olmasın.” Ben oğluma bunu söylüyorum.

Sizin için eşik olduğunu düşündüğünüz bir yaş var mıdır?
“40’ında 40 Kadın”ı kendim için yaptım aslında. Cesaret edemeyeceğim şeyleri, onlar yapmışlardı, önce gidip o uzak mahallelerde o kadınlarla konuştum, “haydi bakalım şimdi sıra sende” dedim kendime. Ve ondan sonra boşanma kararı aldım 40’ından sonra... 


Bu projeyle ilgili bundan sonrası için beklentileriniz nelerdir?
Bu proje için epey emek harcadım, bir sponsor desteği olmadan kendi imkanlarımla, İZ TV’nin, Turkuvaz Kitap’ın desteğiyle yaptım, çok teşekkür ederim onlara da. Bütün isteğim bu filmin daha çok kadına ve erkeğe ulaşması, festivallerde gösterilmesi. “50’sinde Erkek” bence dünyada görülmesi gereken bir film olacak, çünkü erkekler ilk kez konuştu.

16 Eylül 2012 Pazar

Kevin Hakkında Konuşulması Gerek


"Kevin Hakında Konuşmalıyız" başrollerinde Tilda Swinton (anne), Ezra Miller (genç Kevin), Jasper Newell (çocuk Kevin),  Rock Duer (küçük çocuk Kevin) oynadığı, Lynne Ramsay'in yazıp yönettiği bir film.  Problemli bir çocuk ve annesiyle ilişkisi, annesinin bu ilişki üzerinden tüm hayatına bakışı ve yaşamak zorunda kaldıklarıyla ilgili bir film. Künye bilgileri için http://www.imdb.com/title/tt1242460/

Beni etkileyen, kendi okuyuşuma benzer bulduğum yazılardan bir örneği de iliştirmek istiyorum okumayanlar ama ilgilenebilecekler için: 
http://www.altyazi.net/makale/kev%C4%B1n-hakk%C4%B1nda-konu%C5%9Fmal%C4%B1y%C4%B1z-8-242.aspx

Kevin hakkında konuşulması, kafa yorulması gerek. Eva'nın gençliğine şahit oluyoruz önce, meşhur domates festivali ile başlıyor film, kırmızılara bürünmüş, gençlik heyecan, sevinç ve tutkusu içindeki bir çiftle tanışıyoruz. Gezmeyi, eğlenmeyi, akıllarına ne zaman ne eserse onu yapmayı seven bir çift olduklarını düşünebiliriz. Sonra, Eva zamansız –planlamadan- hamile kalıyor. Anneliği pek de istemediğini ya da güzel bir hayal olarak aklından geçirmediğini görüyoruz anne adaylarına ve kendine bakışından. Henüz anne olmamışken bile -anne adayı iken- anneliği kafasında kocaman ve tamamen istenen bir olay gibi yaşamasını beklememiz, ya da böyle olmadığında onu yargılamamız doğru mu, bu bir soru işareti –filmleri, kitapları, yazıları  en çok bu yüzden sevmiyor muyuz, soru sordukları, kafa yordukları için…

Kevin doğuyor, doğum anında doktor “do not resist- direnme” diye bağırıyor anneye, çığlıklar içinde doğuruyor Kevin’i Eva.  Kevin, sorunlu bir bebek ve çocuk olarak büyüyor. Problem daha çok anneyle arasında gibi, babayla nispeten dengeli, olması gerektiği gibi bir ilişki var. Anneye arada bir kızdığını görüyoruz,  “anne” demiyor diyebilecekken,  “anne de lütfen” dediği zaman Eva, “hayır” diye karşılık veriyor Kevin. Sayıları gayet iyi bildiği halde annenin sorduğu birkaç basit matematik sorusuna doğru cevap vermiyor. Tuvalet alışkanlığı edindirmek bayağı zaman alıyor Kevin’e. Annenin artık sinir krizi geçirdiği bir kaka nöbeti ertesi, Kevin’in kolu kırılıyor. Kevin bu olayı babaya bir “kaza” olarak anlatıyor. Kevin bu olayı sonraki ilişkileri boyunca anneye karşı kullanıyor, kolundaki yarayı kaşıyor ve istediğini yaptırıyor anneye, kendi suçluluğunu anımsatıyor. Hapishanede yıllar sonraki karşılaşmada Eva, “yaranın nasıl olduğunu hatırlıyor musun?” dediğinde;  “Yaptığın en dürüstçe şeylerden biriydi evet” diyor Kevin- evet hikayenin sonu hapishaneye varıyor.

Kevin, “sevgisizlikten” yakınıyor arada anneye. Anne, yeni bir çocuk doğurmak istiyor Kevin 3-4 yaşlarında iken, sevebileceği, daha normal bir ilişki kurabileceği bir çocuk doğurmak istiyor. Kevin’i bu fikre alıştırmaya çalışıyor. “zamanla alışırsın, seversin onu” diyor. “Alışmak demek sevmek demek değil” diyor Kevin, “sen de bana alıştın misal” diyor ve bir sessizlik, Eva “yes but”lı bir cümle kurmuyor, kuramıyor.  Cevabı; “bir iki ay içinde ailemize yeni biri katılacak, ona da alışıyor olacağız” oluyor.

Kevin’ın anneyle ilişkisi, aslında sanki annenin sevdiği hiçkimse ve hiçbir şeyle ilişkisi “sağlıklı” ya da “beklediğimiz gibi” olmuyor. Kevin; birçok insanı, buna babası ve kız kardeşi ve okuldaki bir grup arkadaşı dahil, planlı ve soğukkanlı bir şekilde öldürüp hapse giren 16 yaşında bir karakter oluyor. Eva, bundan sonrası ile yaşamaya devam etmesi, kendine yeniden bir yaşam düzeni kurması gereken, bir kadın, bir anne, bir eş, bir dul, bir çalışan kadın oluyor.

Anneliği bu film üzerinden okuyabilir miyiz? Kevin’a bir parça da olsa hak verebilir miyiz ya da onu bir nebze anlayabilir miyiz? Her şey yalnızlıktan, her şey sevgisizlikten, sevgi arsızlığından olabilir mi? Her anne, planlı ya da beklenmedik bir annelik deneyimi ile birlikte kutsal annelik görevine, “karşılıksız sevgi, kol kanat germe, hayrı da şerri de sineye çekme”  tanımlamasına dahil olmak zorunda mı? Kevin’i bu derece dengesiz, tehlikeli, öngörülemez, hoşgörüsüz ve sevgisiz yapan genleri mi, yoksa zamanla edindiği özellikler mi? Neden herkesi gözünü kırpmadan öldürüp kendini ömür boyu hapse gönderirken, anneyi sağ bırakıyor? Ona en çok annenin üzüleceğini biliyor mu ya böyle mi düşünüyor? Okul katliamı ertesi polise teslim olurken, en ön safta annesini arıyor gözleri ve gördüğü anda garip bir rahatlama görüyoruz ifadesinde, bir teslimiyet, beklediği sona ulaşmış olma rahatlığı.

Eva’ya, şehirdeki diğer insanlar nefretle bakıyor, Eva’nın bu nefreti sineye çekerek yaşamaya devam etmesi gerekiyor, suratına yediği bir yumruğu “hak ettim, benim hatam” diye karşılıyor. Kapıya gelip “ölümden sonra yaşam hakkında bilginiz var mı?” diyen misyonerlere “evet biliyorum, cehennemde yanacağım, teşekkürler” diye karşılık veriyor. Istemediği, istemeden doğurduğu bir çocuğun canavara dönmesinden kendini sorumlu tutuyor, ya da toplumun onu sorumlu tutmasına hak veriyor, bununla savaşmıyor, değiştirmeye çalışmıyor. Çekip gitmiyor, başka bir şehirde yeniden yaşamaya başlamıyor. Hiçbir zaman doğru düzgün bir ilişki kuramadığı oğlundan uzakta bir yere gitmiyor. Her hafta görüş gününde, konuşmasalar bile, Kevin'ı görmek için hapishaneye gidiyor, işiyle ona gore anlaşıyor, görüş saatlerinde “off” alıyor.

“Neden” sorularının cevabı yok filmde. Ama bir manyağa dönen ya da bir manyak olarak doğan Kevin yüzünden hayatı tatsız bir filme dönen Eva’nın hikayesi var. Kevin’dan öncesi zaman zaman tatlı anılar olarak gözünün önüne geliyor, Kevin’dan sonra Eva’nın katıksızca mutlu olduğu bir kare görmüyoruz.  Kevin’dan duyduğu rahatsızlığı en fazla kocasına dile getirmeye çalışıyor birkaç kez, ancak kocası hak vermiyor. Eva, daha da arada hissediyor kendini. Bebekliğinden itibaren, evin içinde bir karakterle aralarında  sessiz bir mücadele, köşe kapmaca, can yakmaca, öc almaca üzerine kurulu bir ilişki var. Küçük kızın minik sincapı, annenin gittiği gördüğü yerlerin haritalarıyla doldurduğu, kendine bir yaşam alanı oluşturmaya çalıştığı odası, küçük kız kardeş ve baba nasibini alıyor bu “sevgisizlik”ten ya da “nedensiz”likten.

Kevin hakkında konuşulması gerekiyor o yüzden. Belki de asıl Kevin hakkında konuşulması gerekiyor. Eva hakkında bir film izlesek de, Eva’yı bu hale getiren Kevin hakkında konuşulması gerekiyor aslında. Şehirdeki herkes Eva’yı suçlarken- neden, iyi bir anne olmadığı için mi, Kevin’i sevemeyip onun böyle bir  katil olmasına sebep olduğu için mi- Eva’nın hayatının nasıl darmadağın olduğunu görürken, asıl Kevin hakkında konuşulması gerek.

Bir anne ya da anne adayı henüz olmadığım için annelik hakkında atıp tutmayacağım ancak, Eva’nın “anne senden önce çok mutlu bir kadındı Kevin” deyişini de anlayabiliyorum, Kevin’ın annesi tarafından sevilmediğini kendince anladığı yerlerde bunu dile getirişinin çocuk için ne kadar acı ve zor bir deneyim olabileceğini de tahmin edebiliyorum-çok sevgi dolu bir evde, çok sevilerek büyüdüm birçoklarımız gibi, bunun aksini 3-4 yaşlarımda fark edip, daha kötüsü kabul ettiğim bir durumun etkileri çok yıkıcı olurdu diye düşünüyorum- Eva’nın beklenmeyen, hazır olunmayan bir çocuk sorumluluğu ile kendine özgü hayatının nasıl dağıldığını, kendini nasıl bir ikilemde hissettiğini anlayabildiğimi düşünüyorum.

Eva’nın her sabah o evde uyanmaya, o işe gitmeye, o şehirde yaşamaya devam etmesindeki ısrarın, Kevin’ı görüş günlerinde görebilmek olduğunu düşünüyorum. Olan bitenlerin hepsinden sonra, geriye kendini Eva’ya sevdirmenin kendine göre bir yolunu bulamamış ya da belki de bulmuş Kevin ve Kevin’den başka sevdiği, inandığı her şeyi ve herkesi kaybetmiş bir Eva kalıyor. Ve Eva “neden” sorusuna bir cevap yine alamıyor iki sene sonraki görüş gününde. Kevin’ın anlamsız gözlerine, içindekini dışına kesinlikle çıkartmayan ifadesine, sözlerine bakarak sarılıyor Eva. Film boyunca belki de ilk kez birbirlerine sarıldıklarını görüyoruz.

Eva’nın Kevin’dan nefret etmesini bekleyebiliriz, Eva’nın Kevin’ı hayatından çıkarmasını, reddetmesini bekleyebiliriz. Hatta Kevin’ın bunca cinayet içinde Eva’yı da katletmesini bekleyebiliriz. Eva’nın kendine bambaşka bir hayat düzeni kurmasını, kendini satmasını, kendini yakmasını, kendini asmasını da bekleyebiliriz. Filmde, bu radikal sonlardan hiçbiri yok, hani ancakta filmlerde olur diyeceğimiz, bir filme yaraşır sonlardan hiçbiri yok. Gerçek hayatta olabileceği gibi belki de, açmazlığıyla devam eden bir yaşam var. Eva ne bütün bütün nefret edebiliyor Kevin’dan, ne ona nefretini kusan insanlara dersini verebiliyor, bunca güçlü bir karakter olmasına rağmen, ne de başka bir yerde sıfırdan bir düzen kurabiliyor. Daha zor olanı, bu çok farklı açılardan okunabilecek durumun, kendine dokunan tüm açılarını her gün duyarak yaşamaya devam ediyor. Kevin’dan öncesini, Kevin’dan sonrasını, sevgilisini, küçük kızını, küçük kızının "kazayla" çıkan gözünü, çöp öğütme makinesine "kazayla" düşen sincabını, birkaç gün önce kargoyla Kevin’e gelen kilitleri, katliamın olduğu okul kapısında bu kilitleri kırmaya çalışan itfaiyecilere korku içinde bakan gözlerini, her gün yeniden duyarak, anımsayarak yaşamaya devam ediyor Eva.

9 Eylül 2012 Pazar

Misafir


Misafir, yazan ve yöneten Ozan Aksungur'un ilk filmi. Halit Ergenç ve Lale Mansur başrolde. Halit Ergenç, "Oktay" olarak Fransa'dan memleketi Kütahya'yaya geliyor. Lale Mansur "Ayşe" karakteriyle, Kütahya'da yaşayan bir uzak akraba. Yönetmen ve oyunculara göre bu bir "aşk" öyküsü, bazı yorumlara göre de bir "yalnızlık" öyküsü. Adı neden "Misafir", ben ona değinmeye çalışacağım.

İzlemesi oldukça keyifli, sürükleyici, az öğeli bir film denilebilir. Oktay'layız seyirci olarak sürekli biz. Kullandığı arabada; bir çay bardağındaki rakıya odaklanıyor gözümüz, bir ensesine ve uykusuzluktan, alkolden, üzüntüden, yorgunluktan kan çanağına dönmüş gözlerine. Anlamamız bekleniyor sıkıntısını ama açık açık denmiyor neden orda, neden dönüyor Paris'ten aslında, asıl derdi ne. Filmi hep Oktay'la görüyoruz. Oktay'ın olmadığı hiçbir karede biz de yokuz, Oktay'ın yönetmenin elverdiği kesidini takip ediyoruz seyirci olarak.

Oktay evde umduğu gibi karşılanmıyor; ağabeyi para, freeshop'tan içki bekliyor, babası elindeki yazıyı bitirip öyle gelmek istiyor Oktay'ın yanına. Hiçkimse çok sevinmediği gibi, çok şaşırmıyor da Oktay'ın gecenin bir vakti arabayla Paris'ten Kütahya'ya arabayla gelmesine, muhtemelen buram buram rakı kokmasına. Oktay evde "misafir" hissederek kendini, koşarak kaçıyor evden, rakıya sarılıyor, arabasına biniyor. Bagajda, evdekilere aldığını düşündüğümüz ancak vermekten vazgeçtiği freeshop hediyeleri, içkiler. "Misafir" olduğu Paris'ten geldiği Kütahya'da yine "misafir" hissediyor.

Gece uyumak için bir otele gidiyor, belki de Kütahya'da tek bir otel vardır o kısmı belirsiz. Sonradan anlıyoruz ki bu otelde uzak bir akraba çalışıyor. Oktay'ı bırakmıyor otele, alıp eve götürüyor. Oktay'ın neden o otele gittiğini anlamıyoruz, yorumlamamız gerekiyor. Evde beklediği ilgiyi, sevgiyi göremeyince, kafadan "misafir" muamalesi göreceğini bildiği, neyse parası verip yatacağı bir otele gidiyor. Ama uzak akrabanın çalıştığı oteli tercih edişte, bu karşılaşmayı ve otel yerine evde "misafir" edilmeyi arzu etme var mı bilemiyoruz.

Evde, Ayşe "Yenge" var, ve zamanla aralarında bir ilişki, aşk, yakınlaşma ya da adına her ne dersek doğuyor.

Oktay kaptırıyor kendini birkaç gün içinde -her şey birkaç gün içinde oluyor. Ayşe'yi de alıp Paris'e gitmek istiyor, "herkes alışır kabul eder zamanla, benimle gel, helalim ol" diyor. İşler ters gidiyor biraz, "kaçmamız lazım, seni bavula koyup çıkarıcam yurtdışına" diyecek kadar şuurunu kaybedip, ısrarcı oluyor. Ayşe'yi alacağını düşünerek eve geldiğinde; Ayşe'yi, kocasını, oğlunu ve Ayşe'nin sevgilisi altkomşu kadını birarada görüyor, Ayşe Oktay'ın bavulunu hazırlamış, "misafir"i uğurlamaya hazırlanıyor Paris için. Salonun orta yerinde "misafir" oluyor Oktay yeniden.

Adı başka bir şey konmuş olsaydı tamamen başka türlü okuyabilirdim belki filmi, ama Paris'te, evinde, otelde, uzak akrabanın evinde, yatağında ve salonunda kendini bambaşka şekillerde "misafir" hisseden bu adamın öyküsü, kan çanağı gözleri ve üzüntüden ya da eski bir bağımlılıktan sürekli içtiği rakı (sabah kahvaltıdan önce, akşam yatmadan önce, arabada, yolda, odada) yalnızlığı anlatıyor bütün bütün. "Ait olma" arzusunu anlatıyor, sürekli eksikliği bir şeylerle kapatıp "tamam" olma arzusunu anlatıyor. Peşini bırakmayan "misafir" olma durumunu anlatıyor. Meşhur şarkının ve zaman zaman kardeşimin dediği gibi "her şey yalnızlıktan" dedirtiyor insana.

O kadar kısa zamanda Oktay Ayşe'ye aşık oldu mu gerçekten bilmiyoruz pek de mantıklı gelmiyor. Aşık olup evlenmek istemeye kadar vardırıyor işi birkaç günde, senelerdir tanıdığı bir uzak akraba ile. Bavula koyup götürecek kadar sapkın bu fikre, tamamlıyor kafasında durumu tüm eksikliklerine rağmen. "Aşk"tan çok, "yalnızlık"tan gibi görünüyor bu öykü. Yalnızlık üzerine, yalnızlığın insana edebilecekleri üzerine düşündürüyor insanı.

30 Ağustos 2012 Perşembe

Bildiklerimiz ve Bilmediklerimiz Hakkında



Çok keyifli bir yerde olmanın ve çok keyifli bir şeyler okuyor olmanın ruh hali ile; bu iki güzel şeyi de henüz detaylarıyla anlatmaya çalışmadan, bu iki güzelliğin insanın üzerinde bıraktığı etkiyi anlatmayı deneyeceğim.

Bildiklerimiz, bildiğimizi sandıklarımız ve bilmediklerimiz birbirine o kadar kolay karışabiliyor ki; buna ya da bunu fark etmeye büyümek mi, şaşırmak mı denir, yoksa düpedüz kafası karışmak mı denir, emin olamıyor insan.

Okunan bir kitap, bir yazı, bir yazar, gidilen bir yer; insanın o gün, o an hayata bakışını değiştirebilir mi, değiştirmesi doğru ve gerçekçi olur mu ya da. Doğru bildiklerimiz bu kadar zayıf ya da yanar döner mi ki, bu kadar aniden hayatımıza giren değişkenler, bakış açımızı, durduğumuz yeri birden değiştirebiliyor.

Yer Sokakağzı, bilenler vardır, belki bilmeyenler daha çoktur. İnsanları, bu tip bir yeri sevenler ve sevmeyenler diye de ikiye ayırabiliriz belki. İnanılmaz sakin, küçük, huzurlu, ektsra konfor ve hizmetlerden uzak ama denize, zeytine, incire, kahveye, çaya, kuzuya, keçiye yakın bir yerden bahsediyoruz. Yemekte bir kadın, telefonda bir yakınına burayı "Neredeyiz biliyor musun, Koyunevi Köyü'nde!" diyerek anlattı misal. Bu da benimle o kadın arasındaki mesafeyi gösteriyor. Koyunevi Köyü, benim Sokakağzı için sola sapmadan önce karşımda gördüğüm tabela, kadın içinse başlı başına anlamı, geçmişi, varlığı olan bir yer; hani Sokakağzı'nı henüz bilmeyen biriyle benim aramdaki mesafe gibi. Bildiklerimiz hep göreceli işte, bildiğimizi sandığımız doğrular hep göreceli.

Neden güzel burası, çünkü doğal, çünkü ellenmemiş, çünkü kafa karıştırıcı yüzlerce seçeneği, versiyonu, alternatifi yok (Starbucks'ta non-fat süt ile extra çikolatalı kapuçino almaya benzemiyor yani), basit levhalar var insana hitap eden; "sahil boyunca motorsiklet, atv, motor sürmek yasaktır" gibi, "enfes manzaraya karşı çay içmek istiyorsanız Dutburnu Çay Bahçesi 100 metre ileride" gibi. Vaadi ve istekleri son derece net. Dutburnu Çay Bahçesi'ne gitttiğinizde, "oğlan hemen şu köşeye bir hizmet etmeye gittiği" için “kızartma siparişi” ile “işi kabaran” teyze, oğlan gelmeyince yapıveriyor kahvelerinizi. Denizin en güzel yerine karşı bu aşkla yapılan kahvenin bedeli ise ikibuçuk TL. Hani bu teyzeye coşkuyla, sıkı sıkı sarılma, yaptığı bu işi, ayakta tuttuğu bu enfes mekanı ne kadar sevdiğinizi göstermek isteyeceğiniz türden.

Neden güzel böyle bir yerde olmak, çünkü dönüştürüyor insanı. İçinizdeki kötülükleri, ümitsizlikleri alıp götürüyor. Bu güzellikleri gören, fark eden yanınızı gösteriyor size, bende hala iş var dedirtiyor. Bu gören gözüm, kimbilir daha neler yapabilir dedirtiyor. Beni o büyük şehrin keşmekeşinde, o koşturmacasında, ekmek ve koltuk kavgasında, entrikasında, yalanı doğrudan ayırma telaşında diğer bir takım insandan ayıran yanlarımı görmeme yarıyor dedirtiyor. Aşk’ı hatırlatıyor çünkü insana. Bir çocuğu, bir sesi, bir insanı, hatta belki bir oyunu (Japonya’yı fethedebilme ihtimalini misal), gözlerini kaçırmadan size doğru bakan ve öylece duran bir kuzuyu, yüzünüze vuran rüzgarı, üşüyen teninizi –“üşüyor ki halen yaşıyor hayatta bir yerlerim demek ki” dedirten hani- sevmeyi hatırlatıyor, aşkla bakmayı hatırlatıyor insana ve güne.

Size hiçbir şey söylemeden, sesini yükseltmeden, bildiğiniz kelimeleri kullanmadan kollarını açan bu belde, size içinizdeki bir yeri anımsatıyor.

Hayatı ve yazıyı ve yazılanları okumayı, beni bu kadar şaşırtabildiği, dönüştürebildiği, değiştirebildiği için seviyorum.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları

Resmi websitesi: http://www.anadolununkayipsarkilari.com/

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları, Nezih Ünen'in oluşturduğu bir proje. Anadolu'nun köylerini gezerek; türküleri, ağıtları, öyküleri toplamışlar. Yaklaşık iki saatlik bir sürede, kurulduğunuz koltukta bambaşka yerlere, zamanlara gidiyorsunuz. En sonunda da, katkıda bulunan halk ozanlarının diyelim, proje sonundaki hallerini (ölü, diri) ve öykülerini görüyorsunuz. Hani, en son dakikalara kadar hiçbir empati kurmadan, duygulanmadan hislenmeden izlediyseniz bile, o son on dakika gafil avlıyor sizi, yapıştırıyor oturduğunuz yere.

Türkülerin, yakarışların, manilerin önce sadece her bir köylü tarafından söylenen hallerini dinliyorsunuz, sonrasında arkasında güçlü düzenleme ile zenginleştirilmiş hali geliyor. Karşısına uygun fırsat çıksaydı, doğru zamanda doğru yerde olsaydı kimbilir ne kadar ünlenip, para kazanıp belki de tüm hayatı değişecek , "keşfedilecek" diyelim, seslere tanıklık ettiğinizi görüyorsunuz. Ve kimilerindeki, sefaleti yokluğu görünce içiniz eziliyor, vardır bir hayır her işte de deseniz, pek yatmıyor kafanıza bu durum, biraz soru işareti kalıyor diyelim hadi.

Bir nevi sözlü tarih çalışması olan bu tip kayıt altına alma çalışmaları çok değerli ve anlamlı. Dinleyende, izleyende; yeni şeyler yaratmak, düşünmek, hissetmek için içinde bir yerleri kıpırdatan, ölüyle diriyle yan yana oturtan zamansız ve mekansız işler. Bu çalışmaya konu olan her bir köylüyü, tek tek tanımak, görmek, birlikte bir çay içmek, mümkün olsa her birini bir parça mutlu etmek, ne kadar güzel bir sese, kalbe, yüze sahip olduklarını söylemek istiyor insan.

Tüm Anadolu'yu gezmek mümkün olmasa da; unutmamak, unutturmamak için bir yerler seçip (bir bölge, bir il), türkülerini, ninnilerini, düğünlerini, bayramlarını belgelemek, arşivlemek, onlar tanık olmak için yollara düşmeyi en azından hayal etmek gerek.

Hayal etmeyi, edilen hayalleri usul usul not etmeyi çok önemli bir görev bilen sevgili Norveç'li gence ve Amerika'lı kadına selam durarak, kendi payıma küçük hayalimi akıl ve gönül defterime not ediyorum...

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Marigold Hotel



İMDB:http://www.imdb.com/title/tt1412386/

Hindistan'da genç bir girişimci gencin büyük bir hayali bu, hayal olduğu için ilk etapta gerçekten uzak ve aynı zamanda bu uzaklık sebebiyle heyecan uyandırıyor Sonny'de -IMDB'in başroldeki Sonny'i canlandıran Dave Patel'i casting'de ilk sayfada değil "full casting" de göstermesine ise bir anlam veremiyorum.

Filmde emeklilik yaşına gelmiş bir grup insanın, birbirinden farklı sebepler ve hayallerle Hindistan'daki bu otele gelip yerleşmelerine tanık oluyoruz. Hayaller çoğu zaman kesişmiyor ama birbirinden etkileniyor. Bir Amerikalı gözüyle çevrilmiş Amerikalı bir film olmasına karşın, Hindistan'da bir yabancı olmaları durumunu dengeli bir dil ve gözle anlatan bir film olmuş. Hindistan ne masalsı, ne eğreti anlatılmış, Amerikalılar ne Hintlileşmiş hemen ertesi gün, ne de turist olarak, üç gün sonra dönecek olarak gelmişler bu yeni ülkeye. Bundan sonra, hayatlarının geri kalanını geçirmek, yeniden bir hayat düzeni kurmak isteyen bir grup insanın Hindistan'daki hikayesi.

Beni böyle bir günlük tutmaya sevkeden karakter de Judi Dench'in canlandırdığı Evelyn karakteri oldu. Gezi blogundan ziyade, uzaktaki çocukları ve kendisi için; yeni bir yerin, üzerinde bıraktığı izlenimler, kendini nasıl dönüştürdüğüne dair bir blog yazıyor. Dönüşen, değişen, etkilenen bireyler olduğumuzu kabul etmek, kendi adıma beni hem güçlü -değişebildiğim için- hem de güçsüz-değişimin önüne geçemediğim için- hissettiriyor.

Hindistan'a gitmek şart olmasa da- ki bir gün neden olmasın, belki de hayallerden biri bu olmalı başlangıç için- henüz çok geç olmadan, yalansız -Hindistan'da karı koca arasında gizli/saklı/yalan hiç olmayan bir ilişkiyle karşılaştığında, ölen kocasına yas tutan Evelyn'in bu yasını bile hiç sahici bulmadığını farkettiği andaki gözyaşlarına tanıklık ediyoruz- ve içimizden gelen dürtüleri- hadi hayalleri diyelim- daha çok dinlediğimiz ve hayatın geri kalanını, mümkün mertebe bu dürtülerle yönlendirdiğimiz bir yolculuğu olmalı insanın.