23 Kasım 2012 Cuma

Alkazar düştü...(Yayınlanan Yazılar)


http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=984145&CategoryID=42

Radikal İki, 7 Mart 2010

Canımızı en çok yakan yerinden başlayalım yazıya. Üniversite yıllarında tanıştım Alkazar’la, tüm Taksim, hatta tüm İstanbul gibi, bir gül bahçesi vaadiyle sunulan beş yıllık bir biletle başlamıştı düşüm kendini yazmaya.

Alkazar, öykülerini okuduğumuz dünyaları perdeye döküyordu bizim için, Avrupa kıtasında, uzak ülkelerde ne olup bitiyorsa oralara özgü, orada görüyorduk. O gün bir sınav mı güzel geçti ya da yeni bir aşk mı yaşanıyordu, kesin bir ilgisi vardı, bir anısı vardı Taksim’de filme gitmekle. Yoksa oldururduk, mutlaka bağlardık bir yanını, “anısı biz olurduk” filmlerin. Adını öyle koymuştuk çünkü. “Frigo isteyen var mııı” çığlığını en çok oradan anımsıyordu Zeynebim misal. Koltuklarında biriken anılar, binlerce farklı duygu düşünceyle koltuğa gömülen suretler düşüyordu bir meleğin aklına. O koltukları bir bir söktüklerini gördüm ben geçen Cumartesi... Kapanışın anısına hatıra fotoğrafı çektirdik Özlem’le, aptallaşan bir şaşkınlık içinde. Adalet Hanım’ın gözleri her sözcüğünde akıyordu içine, “Ben de sizin bir fotoğrafınızı çekebilir miyim siz buraları son kez çekerken” diyordu titreyen bir sesle. Ve seanslar basılmamıştı gazetelere son gününde.

Hem güzel hem acı hepimiz için, böylesi güçlü bir bağ kurabilmiş olmak bir bina, bir mekanla. Farklılıkların kaynaştığı, kaynaşmak zorunda olduğu kent tanımına en yakın bulduğumuz için “alternatif” filmleri belki de. Kentli olmak bu bilinçten geçtiği için, başkalıkları yadsımayıp tanımaya çalıştığımız, merak ettiğimiz için... “Alkazar’daysa kesin görmeye değerdir” kredisi verebildiğimiz bir referans noktası olduğu için zamanla. 

İstanbul’da her an her şeyin olabileceğine inandıran Alkazar’ın kocaman perdeleri, iki kıtaya uzanan salonları, kabartmalar, heykeller hepsi asıl bizim burada geçici, misafir olduğumuzu ve saygı duymamız gerektiğini anlatırken, gidenin biz değil o olması garip, tuhaf.

Ekonomik imkansızlıklar, değişen talepler, öncelikler, amaçlar hızla bir yerlere doğru giderken, sanırım ilk kez bu kadar canım yandı on yıllık yarı İstanbullu olarak. İlk kez bu kadar yakınıma geldi ateş, kente ilişkin bir yerleri bunca sevdiğimi, hayatımda bunca net ve sağlam bir yer verdiğimi ilk defa anladım. Bir mekandan çok daha fazlası olarak, oradan çıkarken başkalaştığımı gördüm. İzlediğim filmlerdeki yerlerden geri gelip, İstiklal’de insanlara karışırken, zihnimde kalan tadın bunca güzel olduğunu, beni sonrasında bunca zenginleştirdiğini gördüm. Emek sineması bir yanımı yaraladıysa, aynı anda üç salonundan olduğum Alkazar da diğer yanımı yaraladı.

Kimse, uzak ülkelerde kurulan düşleri de merak etmeyecek böyle giderse, bir başka kıtada bir çocuk babasını nasıl affetmiyor, deniz fenerinin tepesine öleceğini bilip neden çıkıyor yağmur altında, kimse sormayacak. Film boyunca deli gibi koşan kırmızı saçlı ablanın hikâyesini bilen olmayacak. Bir terasta yenen kalabalık bir İtalyan yemeğinin tadına kimse kırmızı perdeli tarihi bir salonda varmanın başka bir türlü bir şey olabileceğini, insanı bir başka türlü etkileyip değiştirebileceğini bilmiyor olacak. Duvara karşı, fren izi olmaksızın sürülen bir arabadaki intihar teşebbüsüne Alkazar’ın kırmızı koltukları ve minik ışıkları üzerinden bakmanın kişiyi başkalaştırabileceğini kimse bilmeyecek.

En yakınlarımıza yaptığımız gibi “orada olduğunu biliyorum, seni seviyorum” yetmiyor her zaman inandırmaya sevgimizi. Kaç zamandır içinden çıkılamayan ekonomik krizlerinde, benim de ayağım seyrekleşmişti, yolum düşmüyordu oraya. Bunca güzel anı, yaşanmışlık, inanmışlık bıraktığın için teşekkür ederim. Ağrımasa bilmezdik yüreğimizin yerini, biliyoruz bunu Zeynebimle biz. Ağrıttığın için bir yerleri, teşekkür ederim Alkazar. Her eksiklik biraz üzer, biraz büyütürse insanı, buna inananalım, buna tutunalım. Hepimizi, bu kenti, başkalıkları barındırmasını öğrenebilen yanı kurtaracak, yoksa boğazın suları çekildiğinde hepimiz yok olacağız.

Hiç yorum yok: