16 Eylül 2012 Pazar

Kevin Hakkında Konuşulması Gerek


"Kevin Hakında Konuşmalıyız" başrollerinde Tilda Swinton (anne), Ezra Miller (genç Kevin), Jasper Newell (çocuk Kevin),  Rock Duer (küçük çocuk Kevin) oynadığı, Lynne Ramsay'in yazıp yönettiği bir film.  Problemli bir çocuk ve annesiyle ilişkisi, annesinin bu ilişki üzerinden tüm hayatına bakışı ve yaşamak zorunda kaldıklarıyla ilgili bir film. Künye bilgileri için http://www.imdb.com/title/tt1242460/

Beni etkileyen, kendi okuyuşuma benzer bulduğum yazılardan bir örneği de iliştirmek istiyorum okumayanlar ama ilgilenebilecekler için: 
http://www.altyazi.net/makale/kev%C4%B1n-hakk%C4%B1nda-konu%C5%9Fmal%C4%B1y%C4%B1z-8-242.aspx

Kevin hakkında konuşulması, kafa yorulması gerek. Eva'nın gençliğine şahit oluyoruz önce, meşhur domates festivali ile başlıyor film, kırmızılara bürünmüş, gençlik heyecan, sevinç ve tutkusu içindeki bir çiftle tanışıyoruz. Gezmeyi, eğlenmeyi, akıllarına ne zaman ne eserse onu yapmayı seven bir çift olduklarını düşünebiliriz. Sonra, Eva zamansız –planlamadan- hamile kalıyor. Anneliği pek de istemediğini ya da güzel bir hayal olarak aklından geçirmediğini görüyoruz anne adaylarına ve kendine bakışından. Henüz anne olmamışken bile -anne adayı iken- anneliği kafasında kocaman ve tamamen istenen bir olay gibi yaşamasını beklememiz, ya da böyle olmadığında onu yargılamamız doğru mu, bu bir soru işareti –filmleri, kitapları, yazıları  en çok bu yüzden sevmiyor muyuz, soru sordukları, kafa yordukları için…

Kevin doğuyor, doğum anında doktor “do not resist- direnme” diye bağırıyor anneye, çığlıklar içinde doğuruyor Kevin’i Eva.  Kevin, sorunlu bir bebek ve çocuk olarak büyüyor. Problem daha çok anneyle arasında gibi, babayla nispeten dengeli, olması gerektiği gibi bir ilişki var. Anneye arada bir kızdığını görüyoruz,  “anne” demiyor diyebilecekken,  “anne de lütfen” dediği zaman Eva, “hayır” diye karşılık veriyor Kevin. Sayıları gayet iyi bildiği halde annenin sorduğu birkaç basit matematik sorusuna doğru cevap vermiyor. Tuvalet alışkanlığı edindirmek bayağı zaman alıyor Kevin’e. Annenin artık sinir krizi geçirdiği bir kaka nöbeti ertesi, Kevin’in kolu kırılıyor. Kevin bu olayı babaya bir “kaza” olarak anlatıyor. Kevin bu olayı sonraki ilişkileri boyunca anneye karşı kullanıyor, kolundaki yarayı kaşıyor ve istediğini yaptırıyor anneye, kendi suçluluğunu anımsatıyor. Hapishanede yıllar sonraki karşılaşmada Eva, “yaranın nasıl olduğunu hatırlıyor musun?” dediğinde;  “Yaptığın en dürüstçe şeylerden biriydi evet” diyor Kevin- evet hikayenin sonu hapishaneye varıyor.

Kevin, “sevgisizlikten” yakınıyor arada anneye. Anne, yeni bir çocuk doğurmak istiyor Kevin 3-4 yaşlarında iken, sevebileceği, daha normal bir ilişki kurabileceği bir çocuk doğurmak istiyor. Kevin’i bu fikre alıştırmaya çalışıyor. “zamanla alışırsın, seversin onu” diyor. “Alışmak demek sevmek demek değil” diyor Kevin, “sen de bana alıştın misal” diyor ve bir sessizlik, Eva “yes but”lı bir cümle kurmuyor, kuramıyor.  Cevabı; “bir iki ay içinde ailemize yeni biri katılacak, ona da alışıyor olacağız” oluyor.

Kevin’ın anneyle ilişkisi, aslında sanki annenin sevdiği hiçkimse ve hiçbir şeyle ilişkisi “sağlıklı” ya da “beklediğimiz gibi” olmuyor. Kevin; birçok insanı, buna babası ve kız kardeşi ve okuldaki bir grup arkadaşı dahil, planlı ve soğukkanlı bir şekilde öldürüp hapse giren 16 yaşında bir karakter oluyor. Eva, bundan sonrası ile yaşamaya devam etmesi, kendine yeniden bir yaşam düzeni kurması gereken, bir kadın, bir anne, bir eş, bir dul, bir çalışan kadın oluyor.

Anneliği bu film üzerinden okuyabilir miyiz? Kevin’a bir parça da olsa hak verebilir miyiz ya da onu bir nebze anlayabilir miyiz? Her şey yalnızlıktan, her şey sevgisizlikten, sevgi arsızlığından olabilir mi? Her anne, planlı ya da beklenmedik bir annelik deneyimi ile birlikte kutsal annelik görevine, “karşılıksız sevgi, kol kanat germe, hayrı da şerri de sineye çekme”  tanımlamasına dahil olmak zorunda mı? Kevin’i bu derece dengesiz, tehlikeli, öngörülemez, hoşgörüsüz ve sevgisiz yapan genleri mi, yoksa zamanla edindiği özellikler mi? Neden herkesi gözünü kırpmadan öldürüp kendini ömür boyu hapse gönderirken, anneyi sağ bırakıyor? Ona en çok annenin üzüleceğini biliyor mu ya böyle mi düşünüyor? Okul katliamı ertesi polise teslim olurken, en ön safta annesini arıyor gözleri ve gördüğü anda garip bir rahatlama görüyoruz ifadesinde, bir teslimiyet, beklediği sona ulaşmış olma rahatlığı.

Eva’ya, şehirdeki diğer insanlar nefretle bakıyor, Eva’nın bu nefreti sineye çekerek yaşamaya devam etmesi gerekiyor, suratına yediği bir yumruğu “hak ettim, benim hatam” diye karşılıyor. Kapıya gelip “ölümden sonra yaşam hakkında bilginiz var mı?” diyen misyonerlere “evet biliyorum, cehennemde yanacağım, teşekkürler” diye karşılık veriyor. Istemediği, istemeden doğurduğu bir çocuğun canavara dönmesinden kendini sorumlu tutuyor, ya da toplumun onu sorumlu tutmasına hak veriyor, bununla savaşmıyor, değiştirmeye çalışmıyor. Çekip gitmiyor, başka bir şehirde yeniden yaşamaya başlamıyor. Hiçbir zaman doğru düzgün bir ilişki kuramadığı oğlundan uzakta bir yere gitmiyor. Her hafta görüş gününde, konuşmasalar bile, Kevin'ı görmek için hapishaneye gidiyor, işiyle ona gore anlaşıyor, görüş saatlerinde “off” alıyor.

“Neden” sorularının cevabı yok filmde. Ama bir manyağa dönen ya da bir manyak olarak doğan Kevin yüzünden hayatı tatsız bir filme dönen Eva’nın hikayesi var. Kevin’dan öncesi zaman zaman tatlı anılar olarak gözünün önüne geliyor, Kevin’dan sonra Eva’nın katıksızca mutlu olduğu bir kare görmüyoruz.  Kevin’dan duyduğu rahatsızlığı en fazla kocasına dile getirmeye çalışıyor birkaç kez, ancak kocası hak vermiyor. Eva, daha da arada hissediyor kendini. Bebekliğinden itibaren, evin içinde bir karakterle aralarında  sessiz bir mücadele, köşe kapmaca, can yakmaca, öc almaca üzerine kurulu bir ilişki var. Küçük kızın minik sincapı, annenin gittiği gördüğü yerlerin haritalarıyla doldurduğu, kendine bir yaşam alanı oluşturmaya çalıştığı odası, küçük kız kardeş ve baba nasibini alıyor bu “sevgisizlik”ten ya da “nedensiz”likten.

Kevin hakkında konuşulması gerekiyor o yüzden. Belki de asıl Kevin hakkında konuşulması gerekiyor. Eva hakkında bir film izlesek de, Eva’yı bu hale getiren Kevin hakkında konuşulması gerekiyor aslında. Şehirdeki herkes Eva’yı suçlarken- neden, iyi bir anne olmadığı için mi, Kevin’i sevemeyip onun böyle bir  katil olmasına sebep olduğu için mi- Eva’nın hayatının nasıl darmadağın olduğunu görürken, asıl Kevin hakkında konuşulması gerek.

Bir anne ya da anne adayı henüz olmadığım için annelik hakkında atıp tutmayacağım ancak, Eva’nın “anne senden önce çok mutlu bir kadındı Kevin” deyişini de anlayabiliyorum, Kevin’ın annesi tarafından sevilmediğini kendince anladığı yerlerde bunu dile getirişinin çocuk için ne kadar acı ve zor bir deneyim olabileceğini de tahmin edebiliyorum-çok sevgi dolu bir evde, çok sevilerek büyüdüm birçoklarımız gibi, bunun aksini 3-4 yaşlarımda fark edip, daha kötüsü kabul ettiğim bir durumun etkileri çok yıkıcı olurdu diye düşünüyorum- Eva’nın beklenmeyen, hazır olunmayan bir çocuk sorumluluğu ile kendine özgü hayatının nasıl dağıldığını, kendini nasıl bir ikilemde hissettiğini anlayabildiğimi düşünüyorum.

Eva’nın her sabah o evde uyanmaya, o işe gitmeye, o şehirde yaşamaya devam etmesindeki ısrarın, Kevin’ı görüş günlerinde görebilmek olduğunu düşünüyorum. Olan bitenlerin hepsinden sonra, geriye kendini Eva’ya sevdirmenin kendine göre bir yolunu bulamamış ya da belki de bulmuş Kevin ve Kevin’den başka sevdiği, inandığı her şeyi ve herkesi kaybetmiş bir Eva kalıyor. Ve Eva “neden” sorusuna bir cevap yine alamıyor iki sene sonraki görüş gününde. Kevin’ın anlamsız gözlerine, içindekini dışına kesinlikle çıkartmayan ifadesine, sözlerine bakarak sarılıyor Eva. Film boyunca belki de ilk kez birbirlerine sarıldıklarını görüyoruz.

Eva’nın Kevin’dan nefret etmesini bekleyebiliriz, Eva’nın Kevin’ı hayatından çıkarmasını, reddetmesini bekleyebiliriz. Hatta Kevin’ın bunca cinayet içinde Eva’yı da katletmesini bekleyebiliriz. Eva’nın kendine bambaşka bir hayat düzeni kurmasını, kendini satmasını, kendini yakmasını, kendini asmasını da bekleyebiliriz. Filmde, bu radikal sonlardan hiçbiri yok, hani ancakta filmlerde olur diyeceğimiz, bir filme yaraşır sonlardan hiçbiri yok. Gerçek hayatta olabileceği gibi belki de, açmazlığıyla devam eden bir yaşam var. Eva ne bütün bütün nefret edebiliyor Kevin’dan, ne ona nefretini kusan insanlara dersini verebiliyor, bunca güçlü bir karakter olmasına rağmen, ne de başka bir yerde sıfırdan bir düzen kurabiliyor. Daha zor olanı, bu çok farklı açılardan okunabilecek durumun, kendine dokunan tüm açılarını her gün duyarak yaşamaya devam ediyor. Kevin’dan öncesini, Kevin’dan sonrasını, sevgilisini, küçük kızını, küçük kızının "kazayla" çıkan gözünü, çöp öğütme makinesine "kazayla" düşen sincabını, birkaç gün önce kargoyla Kevin’e gelen kilitleri, katliamın olduğu okul kapısında bu kilitleri kırmaya çalışan itfaiyecilere korku içinde bakan gözlerini, her gün yeniden duyarak, anımsayarak yaşamaya devam ediyor Eva.

9 Eylül 2012 Pazar

Misafir


Misafir, yazan ve yöneten Ozan Aksungur'un ilk filmi. Halit Ergenç ve Lale Mansur başrolde. Halit Ergenç, "Oktay" olarak Fransa'dan memleketi Kütahya'yaya geliyor. Lale Mansur "Ayşe" karakteriyle, Kütahya'da yaşayan bir uzak akraba. Yönetmen ve oyunculara göre bu bir "aşk" öyküsü, bazı yorumlara göre de bir "yalnızlık" öyküsü. Adı neden "Misafir", ben ona değinmeye çalışacağım.

İzlemesi oldukça keyifli, sürükleyici, az öğeli bir film denilebilir. Oktay'layız seyirci olarak sürekli biz. Kullandığı arabada; bir çay bardağındaki rakıya odaklanıyor gözümüz, bir ensesine ve uykusuzluktan, alkolden, üzüntüden, yorgunluktan kan çanağına dönmüş gözlerine. Anlamamız bekleniyor sıkıntısını ama açık açık denmiyor neden orda, neden dönüyor Paris'ten aslında, asıl derdi ne. Filmi hep Oktay'la görüyoruz. Oktay'ın olmadığı hiçbir karede biz de yokuz, Oktay'ın yönetmenin elverdiği kesidini takip ediyoruz seyirci olarak.

Oktay evde umduğu gibi karşılanmıyor; ağabeyi para, freeshop'tan içki bekliyor, babası elindeki yazıyı bitirip öyle gelmek istiyor Oktay'ın yanına. Hiçkimse çok sevinmediği gibi, çok şaşırmıyor da Oktay'ın gecenin bir vakti arabayla Paris'ten Kütahya'ya arabayla gelmesine, muhtemelen buram buram rakı kokmasına. Oktay evde "misafir" hissederek kendini, koşarak kaçıyor evden, rakıya sarılıyor, arabasına biniyor. Bagajda, evdekilere aldığını düşündüğümüz ancak vermekten vazgeçtiği freeshop hediyeleri, içkiler. "Misafir" olduğu Paris'ten geldiği Kütahya'da yine "misafir" hissediyor.

Gece uyumak için bir otele gidiyor, belki de Kütahya'da tek bir otel vardır o kısmı belirsiz. Sonradan anlıyoruz ki bu otelde uzak bir akraba çalışıyor. Oktay'ı bırakmıyor otele, alıp eve götürüyor. Oktay'ın neden o otele gittiğini anlamıyoruz, yorumlamamız gerekiyor. Evde beklediği ilgiyi, sevgiyi göremeyince, kafadan "misafir" muamalesi göreceğini bildiği, neyse parası verip yatacağı bir otele gidiyor. Ama uzak akrabanın çalıştığı oteli tercih edişte, bu karşılaşmayı ve otel yerine evde "misafir" edilmeyi arzu etme var mı bilemiyoruz.

Evde, Ayşe "Yenge" var, ve zamanla aralarında bir ilişki, aşk, yakınlaşma ya da adına her ne dersek doğuyor.

Oktay kaptırıyor kendini birkaç gün içinde -her şey birkaç gün içinde oluyor. Ayşe'yi de alıp Paris'e gitmek istiyor, "herkes alışır kabul eder zamanla, benimle gel, helalim ol" diyor. İşler ters gidiyor biraz, "kaçmamız lazım, seni bavula koyup çıkarıcam yurtdışına" diyecek kadar şuurunu kaybedip, ısrarcı oluyor. Ayşe'yi alacağını düşünerek eve geldiğinde; Ayşe'yi, kocasını, oğlunu ve Ayşe'nin sevgilisi altkomşu kadını birarada görüyor, Ayşe Oktay'ın bavulunu hazırlamış, "misafir"i uğurlamaya hazırlanıyor Paris için. Salonun orta yerinde "misafir" oluyor Oktay yeniden.

Adı başka bir şey konmuş olsaydı tamamen başka türlü okuyabilirdim belki filmi, ama Paris'te, evinde, otelde, uzak akrabanın evinde, yatağında ve salonunda kendini bambaşka şekillerde "misafir" hisseden bu adamın öyküsü, kan çanağı gözleri ve üzüntüden ya da eski bir bağımlılıktan sürekli içtiği rakı (sabah kahvaltıdan önce, akşam yatmadan önce, arabada, yolda, odada) yalnızlığı anlatıyor bütün bütün. "Ait olma" arzusunu anlatıyor, sürekli eksikliği bir şeylerle kapatıp "tamam" olma arzusunu anlatıyor. Peşini bırakmayan "misafir" olma durumunu anlatıyor. Meşhur şarkının ve zaman zaman kardeşimin dediği gibi "her şey yalnızlıktan" dedirtiyor insana.

O kadar kısa zamanda Oktay Ayşe'ye aşık oldu mu gerçekten bilmiyoruz pek de mantıklı gelmiyor. Aşık olup evlenmek istemeye kadar vardırıyor işi birkaç günde, senelerdir tanıdığı bir uzak akraba ile. Bavula koyup götürecek kadar sapkın bu fikre, tamamlıyor kafasında durumu tüm eksikliklerine rağmen. "Aşk"tan çok, "yalnızlık"tan gibi görünüyor bu öykü. Yalnızlık üzerine, yalnızlığın insana edebilecekleri üzerine düşündürüyor insanı.