7 Şubat 2017 Salı

Kahve 101 - d.ream Akademi ile Kahve’ye Giriş -Yayınlanan Yazılar (Coffee Digital)




4 Şubat Cumartesi günü d.ream Akademi’de, kahve severler olarak çok eğlenceli ve tatmin edici bir eğitim aldık. Kahveyle olan muhabbetimizden memnunduk, bir parça daha samimi olmak, onu biraz daha yakından tanımak istiyorduk. Çiçek miydi, meyve miydi, dalda mıydı, yerde miydi, nerede yetişiyordu, kimler nasıl topluyordu, nasıl kurutuyor, çekirdeği nasıl ayırıyordu, bilmek istiyorduk. İyi espresso nasıl olur, süte köpük nasıl katılır, Machiatto aslında ne demektir, merak ediyorduk.  Tüm bunları ve çok daha fazlasını, renklisini sevgili Murat bizlere aktardı, günümüze renk, içimize şevk, kahvemize lezzet kattı.

d.ream Akademi, 2012’de kurulan Doğuş Restaurant Entertainment&Management (d.ream) şirketi bünyesinde kurulmuş olan eğitim kurumu.  Anjelique, Borsa,  29 Çubuklu, Günaydın,  Kitchenette, Kiva, Mezzaluna, Nusr.Et, Ulus 29, Zuma gibi birçok tanınmış ve kaliteli markayı barındıran d.ream, yiyecek ve içecek sektörüne daha da etkili yön verebilmek için Akademi’yi kurmuş. Öncelikli amaç, restaurant zincirlerinde çalışmaya başlayacak her kademedeki personel ve çalışanın eğitimini, bilgi ve görgüsünü işi hakkıyla yapabilecek seviyeye getirmek. Bunun dışında, ihtiyaçlar doğrultusunda kurumsal farklı eğitimler ve bizim katıldığımız gibi çeşitli konularda workshoplar da düzenleniyor. Bir de amatör mutfak eğitimleri serisi var ki,  bir fırsat bulup kesin denenmesi gerek. Bir grup arkadaşınızı ya da eşinizi dostunuzu getirip, işinde usta bir aşcının liderliğinde ev mutfağı olarak tasarlanmış çok sıcak bir ortamda yepyeni lezzetler deneyip, elinizden geldiği kadar yapmayı deneyebiliyorsunuz.

Eğitim aldığımız ortam çok keyifli. Bir başka eğitim için hazırlıkların yapıldığı kocaman bir açık mutfağın karşısında, bar sandalyelerinin üzerinde, birçok kahve makinesi ve kahve ekipmanını yakından görüp inceleme fırsatı bularak, leziz kahvelerimizi yudumlayarak dinledik hocamızı.
Murat Yılmaz, kendi tabiriyle 22 yıldır sektörde, aşcı olarak çalışmaya başlayıp, birçok farklı kademe ve alanda uzun yoluna devam ettikten sonra, 5 yıldır d.ream bünyesinde, son 1 yıldır da Akademi’de çalışıyor. Aşcılığa, mutfağa aşkla bağlı olarak başlamış, aşkı da deliliği de yıllarca devam etmiş bu alanda. Sağ elini mutfakta talihsiz bir kazada sakatlayınca, aktif mutfak işinden bir parça uzaklaşmış ama sektörden kopmamış. Bizler için ne iyi olmuş ki, böyle bilgili, görgülü ve sempatik bir eğitimciye dönüşmüş.
Katılımcıların bile hikayeleri çok renkliydi bana sorarsanız, amatör içicilerin yanısıra, bu işin okuluna gitmiş okullu kahveci olmak isteyenler, zamanında mekan işletmişler ve işletmek isteyenler biraradaydık.

Kahvenin keşif hikayesiyle başlayıp, öncelikle çoban Kaldi’ye selam durduğumuz eğitim, çok renkli anektodlarla devam etti. Artık ben, dünyadaki hemen tüm kahvelerin ya Arabica ya da Robusto olduğunu, Arabica’nın daha narin ve dolayısıyla daha değerli olduğunu, Robusto’nun ise daha bir her yola gelen,  daha bir her yerde yetişen bir kahve olduğunu, ama ondan da aromasının az, kafeinin fazla olduğunu, kahvenin sıyırma ve elle toplama gibi iki ayrı şekilde toplandığını, yılda bir bazen de iki kez çiçek verdiğini, dalında kırmızı olduğunu, içinde üç kat olduğunu, en içinin nasıl kavurulduğunu biliyorum. Kavruk kahvenin iyisini kötüsünü bir bakışta nasıl anlayabileceğimi,  iyi Espresso yapabilmek için kahveye nasıl bastırmam gerektiğini, Espressoyu köpüklü yapan şeyin aslında ne olduğunu,  iyi bir Americano’nun nasıl görünmesi gerektiğini başka bir deyişle kahvecimin iyi bir kahveci olup olmadığını nasıl anlayabileceğimi biliyorum. Capuccino köpüğünün nasıl yapılacağını ve dahası o köpüğünün aslında ne işe yaradığını biliyorum.
Daha neler mi biliyorum, restoran tipi ve bildiğiniz ev tipi Chemex nasıl yapılır, AeroPress nedir, nasıl kullanılır, kahve evde en iyi nasıl saklanır, biliyorum.  Bir sonraki Kahve 102’de, üçüncü dalga kahve konularına biraz daha yoğunlaşılacakmış. Tadım notu ne demektir, iyi kahve makinesi nasıl seçilir, nelere dikkat edilir, nasıl iyi kullanılır, daha önemlisi iyi kahveci nasıl olunur gibi konularda bilgiler yer alacakmış.

Artık azıcık bile olsa “bu kahve daha iyi, ötekini beğenmemiştim, ama neden dersen bilmiyorum” diyorsanız, birazcık bile olsa kahve size bir şeyler fısıldıyorsa, Kahve 101 gibi eğitimleri takip edin. Daha çok bilmek, kesinlikle daha iyi hissettiriyor, kendinize neyin iyi geleceğini bulmanıza yardım ediyor, her anlamda.


Leziz kahveler ve bol sohbetler dilerim.

25 Ocak 2017 Çarşamba

Bu Kafede Her Şey Satılık SOLD COFFEE -Yayınlanan Yazılar (Coffee Digital)


http://coffee.digital/kultur-detay/bu-kafede-her-sey-satilik-sold

Abbasağa’da nev-i şahsına münhasır bir mekan Sold. 25’lerinde iki çocukluk arkadaşının ortak hayali, henüz üç aylık tazecik bir işletme.  Kırkına yaklaşan ben gibi birçok beyaz yakalının, çoğu kez düşünüp, sonra çok riskli, çok pahalı ve daha bilumum çok “çok” bulup kendini vazgeçiriverdiği, ya da en iyi ihtimalle o kutlu “emeklilik” dönemine sakladığı “cafe açma” arzusunu hayata geçiren iki genç. Oğulcan’ın tabiriyle “risk alabilecek yaştayken”  hareke geçebilmişler ne güzel.
Mekânın en önemli özelliği, bir çok tasarımcıdan özgün ve konsept ürünlerin sergileniyor ve satılıyor olması. Bugüne kadar on sekiz tasarımcıyı ağırlamışlar. Ürünler belli bir süre duvarları, masaları süslüyor. Bir yandan kahvenizi yudumlarken, bir yandan da beğendiğiniz ürünleri inceleyip hemen satın alabiliyorsunuz.  Konsept ve ürünler sık sık değişiyor; bir gittiğinizde duvarda gördüğünüz tabloyu veyahut saati, bir sonraki gidişinizde göremeyebilirsiniz.  O yüzden, beğendiğinizde, elinizi çabuk tutmalısınız.  Yoksa “Sold-out” ile karşılaşabilirsiniz, cafe’nin ismini de buradan geliyor.  
Mekan yaklaşık on masalık, alt katında iki büyük masa var. Dükkanı eski bir döşemeciyken devralıp, her yerini yeniden tasarlamışlar. Üçüncü dalga kahvecilerle anılan mekan klişelerinden uzak durmak istemişler, mimar olan arkadaşlarından tuğla duvar olmayan, akkor ampul yanmayan ve duvardan bir bisiklet sarkmayan, farklı sergileme ihtiyaçlarına göre kolaylıkla adapte edilebilecek bir dizayn istemişler.
Öğrenciler, bir şeyler okumak isteyenler, hoşça ve rahatça vakit geçirmek isteyenler, bunu açıkça söyleyerek, talep ederek mekâna gelebiliyor.  Müşterilerin kendilerini rahat ve evinde hissedebileceği arkadaşça bir ortam vaadiyle yola çıkılmış. Öyle olunca da öğrenciler “ders çalışmak için gelmiştik” diye açıkça söyleyebiliyor ve sıcak bir “merhaba” ile karşılanıyorlar. Gündüz müşterileri genelde öğrenciler, ama asıl kalabalık akşam saatlerinde oluyor. Civardaki mahalle sakinleri, kahvelerini evde içmek yerine eşofmanlarıyla cafe’ye gelip, yeni insanlarla tanışıp sohbet edebiliyor. Mekân gece geç saatlere açık, zaman zaman DJ performansları, film geceleri gibi aktiviteler düzenleniyor, bazı haftasonları tasarım pazarı gibi etkinlikler de oluyor.
Kahveleri Kadıköy Montag Coffee’den. V60, Chemex gibi üçüncü dalga kahveleri de sunuyorlar. Ben Etiyopya kahvesiyle Chemex denedim, gayet memnun kaldım. Bu cafede en çok ne tüketiliyor peki, dediğimizde ise cevap bizi şaşırtıyor: burada insanlar en çok Caffe Latte içiyor...
Oğulcan’ın hikayesine gelirsek, Oğulcan kahveyi en çok sabah içmeyi seviyor. Ayılmak ve güne hazırlanmak için.  Kahvenin yanına en çok bir filmi ya da kitabı yakıştırıyor.  En büyük hayali, birçok kez gittiği Barselona’da böyle bir cafe açabilmek, insanların sıcak ve hayatın çok renkli olduğu bu coğrafyada yaşamak istiyor. Ölmeden denenecek şeyler listesinde de ilk sıralarda air diving yer alıyor.  “Müşterinin iyisi, kibar ve dürüst olanıdır” diyor. Beğenen beğendiğini, beğenmeyen de neyi beğenmediğini bir kerede, açık açık söylesin, canımı yesin diyor.

Yolun açık olsun SOLD!

11 Ocak 2017 Çarşamba

Coffee Lab - Bir Kahve Laboratuvarında Syphon’la Tavlanan Kadın -Yayınlanan Yazılar (Coffee Digital)


Coffe Lab, Beşiktaş Çarşı’dan Evlendirme Dairesi’ne doğru çıkan yol üzerinde sağ kol üzerinde karşınıza gelecek kahvecilerin en sonuncusu. Yorgunluktan bitap düştüğüm bir gün, soluklanmak için girdiğim, dizaynına ve sempatik Sema Hanım’ın Syphon Kahve yapışına hayran olduğum mekân.

Syphon Kahve’ye hayranlığım, sınırlı fizik bilgimin, Roma’dan aldığım Espresso Pot’un çalışma mantığını da anlamamasına dayanıyor. “Alt tarafa koyduğum su, ikinci basamaktaki kahveyi, alttan verdiğim ateşin etkisiyle nasıl üste çıkartıyor da ben Espresso yapmış oluyorum, bunu yapan kesin bu aliminyum!”derken, bol aynalı ve cici o iç mekanda cam ekipmanla Syphon yapılışına sanırım ilk kez şahit oluyorum. Biraz araştırıp bu tekniğin 18. Yüzyılda icat edildiğini görünce bir kat daha şaşırdığımı itiraf etmeliyim.

Mekânın işletmecileri iki iç mimar ve dizaynın sıcaklığında sihirli dokunuşlarının etkisi gayet net görülüyor. Malzemenin çıplak bir şekilde sergilendiği brutalizm akımından etkilendiklerini belirtiyorlar. Brutalizm, Fransızca “béton brut” yani “işlenmemiş beton” kavramından esinlenen ve ilk olarak 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da, yerle bir olan binaları ve hatta şehirleri yeniden inşa sırasında ortaya çıkmış bir mimari akım.

Önceden, bir telekomunikasyon bayisi olan noktayı Coffe Lab’e dönüştürme süreci Eylül 2016’da tamamlanmış. Ekonomik kaygılardan ziyade, arkadaşların ve arkadaşların arkadaşlarının gelip sohbet edebileceği bir mekân, bir buluşma noktası olarak düşünmüşler. Sema Hanım, eski dönemden beri deneyimli çalışanları, yoğun bir barista eğitiminden sonra güleryüzlü ve hoşsohbet kahveciye dönüşmüş. Eski işletmeye göre kahve işinde satışların daha iyi olduğunu ancak son zamanlarda hepimizi birçok açıdan çok etkileyen terör olaylarının, işletne olarak onları da olumsuz etkilediğini belirtiyor. Önümüzdeki dönemde, bu küçük laboratuvarda edinilen deneyimle, marka değeri yüksek ve kaliteli kahve içilebilecek işletmeler açma planları var.

Kahveleri Federal Coffee’den geliyor. Ben Guatemala kahvesiyle Sifon denedim, tadını çok beğendim. Ve aynı mekânda birkaç kez içtiğim halde, sifon çalışma mantığını halen anlayamıyorum. Isınıp genleşen hava ve daha sonra bu duruma içerlenip kendini boşluğa bırakan kahve deyip geçmeli, ya da küçük oğlum için bu kahramanlarla bir masal yazmayı denemeliyim.


Afiyetler ve renkli masallar dilerim…

12 Aralık 2016 Pazartesi

Etiyopya’nın Dans Eden Keçilerine Şükranlarımızla-Yayınlanan Yazılar (Coffee Digital)

http://coffee.digital/kultur-detay/etiyopyanin-dans-eden-kecilerine-sukranlarimizla



Etiyopya’nın Dans Eden Keçilerine Şükran
Birçoğumuz için gündelik hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olan kahvenin tarihi M.Ö. 800lü yıllara kadar uzanıyor. Kahvenin ana vatanı olarak kabul edilen yer ise Etiyopya. “Kahve” adının da Etiyopya’nin güneydoğusunda yer alan, Sudan ve Kenya’ya komşu Kaffa şehrinden geldiği söyleniyor. Kahvenin bulunuşuna dair en çok kabul gören ve ilginç hikâyenin kahramanı ise keçiler...

Kaldi ismindeki bir çoban keçileriyle baş etmeye çalışırken, hayvanların çalılar arasından kopardıkları parlak kırmızı meyvemsi şeyleri çiğnediklerini ve daha bir hareketli olduklarını, dans etmeye başladıklarını görür. Meraklanıp, meyveleri kendi de çiğner ve tarifte zorlandığı coşkun bir mutluluk hisseder. Ceplerini bu kırmızı meyvelerde doldurup, heyecan içinde eve koşar, durumu karısına anlatır. Karısının da tavsiyesiyle, durumu manastıra bildirmek üzere, Mavi Nil Nehri’nin kaynağındaki Tana Gölü’ne doğru yola çıkar.
Kaldi, huzura çıkıp tüm hikâyesini bir çırpıda anlattığında baş keşiş çok hiddetlenir, “şeytanın işi bu!” diye bağırarak, tüm meyveyi yanan ateşe doğru fırlatır. Kısa bir süre sonra, tüm manastır kavrulmuş mis gibi kahve kokusuyla dolar. Neler olduğunu çok merak eden keşiş, meyveleri derhal ateşten aldırır, ezerek közüne ulaşılmasını ve kokusunun muhafaza edebilmesi için de üzerinin sıcak suyla kaplanmasını ister. O gece tüm keşişler kahveden içer ve bundan böyle uzun ibadet gecelerinde bu içecek sayesinde çok rahat ayık durabileceklerini farkederler.
Kahvenin popüler bir sosyal içecek olarak görülmeye başlaması, Mekke’de kahvehanelerin açılmasıyla olur. İlkin, dini buluşmaların mekânı olan bu kahvehaneler zaman içinde, muhabbet edilen, hikayeler anlatılan ve müzik icra edilen sosyal alanlara dönüşür. Çeşitli gerekçelerde kahve çok kez yasaklanır. Bunların ilki 1500’lü yıllarda Mekke’de Hair Bey tarafından getirilen yasaktır. Cemaatin uzun bir dua gecesi öncesinde, ayık kalabilmek için cami içinde hep beraber kahve içtiklerini görünce, Mekke’de tüm kahvehaneleri yasaklatır. Kahvenin iyi mi kötü mü olduğu üzerine şiddetli bir tartışma alevlenir. Durumdan doktorlar da rahatsızdır, doktor Hakimani kardeşler, neşesini kaybeden hastaları artık onlara gelmek yerine, kendilerini kahvenin keyif verici kollarına bırakıyor diye isyan ederler. Mekke müftüsü ise uzun ibadet saatlerine yardım ettiği için kahveyi savunur ve son sözü Kahire Sultanı söyler ve yasak kalkar. Sultana danışmadan kahveyi yasaklatan Hair Bey 1512’de zimmetine para geçirdiğinin anlaşılmasıyla öldürülür.
Osmanlı Devleti’nin kahveyle tanışması 1517’de Mısır’ın fethiyle olur. İlk kahvehanelerin ise 1554’te Tahtakale civarında açıldığı sanılmaktadır. Cem Sökmen’in aktardığına göre Tahtakale’nin ekonomik faaliyetler ve limana yakınlıkla şekillenen kozmopolit ortamı İstanbul’da daha önce örneği bulunmayan kahvehane kurumu için uygun bir zemin oluşturmuştur.  Kahvenin Avrupa’ya girişi, 1615’te Venedikli tüccarlar sayesinde olur, 1683’te San Marko meydanındaki meşhur Café Florian, Avrupa’nın ilk kahvehanesi olarak açılır. Kahve ve kahvehaneler bundan sonra tüm dünyada hızla yayılmaya devam eder.
Kahvenin doğduğu topraklar Etiyopya’da günümüzde 97 milyon insan yaşamaktadır ve bu topraklar halen dünyadaki en önemli kahve üreticileri arasındadır. Uluslarası Kahve Organizasyonu (ICO) verilerine göre yılda 6,7 milyon çuval kahve üretimiyle Etiyopya, dünyada beşinci sıradadır ve toplam üretimin %5’i burada yapılmaktadır. Kahve üretimindeki bu ciddi paya rağmen, zaman içinde birçok rejim değişikliği yaşayan bu ülkede refah seviyesi halen çok aşağılardadır. Kişi başına düşen yıllık milli gelir 547 Dolar, başka bir deyişle günde sadece 1,5 Dolar seviyesindedir. Kişibaşı yıllık 2,3 kilo kahve tüketimiyle Etiyopyalılar, ürettiklerinin yaklaşık yarısını tüketmektedir. Kahveyi içtikleri gibi, patates gibi sebzelerle karıştırıp yemek olarak da pişirdikleri bilinmektedir. “Kahve bizim ekmeğimizdir” (Buna dabo naw) meşhur bir deyişleridir.
Geleneksel misafirperverliğin bir göstergesi olan Etiyopya Kahve Seronomisi, dünyaca ünlüdür. Seromoni, Etiyopya halkının sosyal yaşamı içinde çok önemli bir yere sahiptir. Renkli işlemeleriyle süslü geleneksel beyaz kıyafetleri içindeki genç kadın, yıkanmış yeşil kahve çekirdeklerini ateşin üzerinde yavaş yavaş kavurur. Isının etkisiyle çekirdekler patlayıp, yoğun aroması duyulunca, kahveyi odanın içinde gezdirerek güzel kokunun her köşeye yayılması sağlanır. Daha sonra kahve çekirdekleri havanda öğütülür ve Jebena denilen siyah cezvede pişirilir. Kahve, seremoniyi izleyen aile fertleri ve arkadaşlara ikram edilmeden önce birkaç kez iyi bir süzgeçle süzülür. İçime hazır hale geldiğinde, Si-ni denilen küçük fincanlara 30-35 cm yükseklikten dikkatlice koyulur ve servis edilir. Kahve genellikle bir miktar şeker ile tüketilir. Genellikle herkese üç defa sunulur.  İlki Abol, ikincisi Huletegna ve üçüncüsü ise Bereka olmak üzere her üç sunumun ayrı adları vardır. Ve bu üç ismin, kahve meyvesini yiyip neşe içinde dans ederek, mucizenin bugünlere gelmesine vesile olan keçilerin adları olduğu rivayet edilmektedir.
O keçilere, onlar gören Kaldi’ye, yasakları delen müftülere, sultanlara, kahveyi günde bir dolara toplayıp öğüten kutsal ellere ve binbir itinayla kavuran güzel kadınlara şükran, şükran, şükran...
Yararlanılan Kaynaklar
Sökmen Cem, Eski İstanbul Kahvehaneleri, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011


17 Ekim 2016 Pazartesi

De ki Hindistan...

Bayağı uzun bir süre sonra, yeniden yazmaya niyet ediyorum. Allah utandırmasın, yolum uzun, aydınlık, keyifli olsun...

Üç sene önce Hindistan'a gittik. Birçok açıdan dönüm noktası gibi bir tatil oldu benim için. Öncesi ve sonrası bayağı bir belirgin ayrılan bir köprü gibi. Köprü olduğunu, üzerinden geçip gittikten sonra anladığınız cinsten.

Önceki yazılara bakınca, tam da yazmak istediğim şekli şemali bulamamışım, kime neye ne diyorum açısından biraz kararsız kalmışım gibi geldi. Şimdi anlamış gibi hissediyorum, bu yazı ve umuyorum ki bundan sonrası böyle olacak. Gördüklerimi, yapıp ettiklerimi, bana dokunanları, beni dönüştürenleri benim gözümle anlatmaya çalışacağım. "Sayın seyirciler"e değil, sevgili dinleyicilere seslenmeye çalışacağım karnımdan konuşarak...

Hindistan diyordum. Seyahat, birçok açıdan dönüştürdü beni. Geziye karar verişimiz-sıkıntılı bir hamilelik arefesi süreç ve doktorun "bu ay da olmadı" deyişiyle, "e o zaman neden Hindistan'a gitmiyoruz?" deyişimiz, yol arkadaşımın-yani Mert'in, kocamın, sevgilimin, gezmelere doyamayan, hayatında hep hareket isteyen temiz kalpli insanın- bu turu bulması, tur acentesinin birkaç kez ısrarla "yer yok" demesi, hatta acenteden bir arkadaşın telefonda "vallahi yer yok, var diyene inanmayın, siz bu tura gidin ben mesleği bırakırım" tadında iddialı lafları, sonra İzmir'de çok cici bir arkadaşımın yanında gün batımında denize bakıp hayat memat, aşk meşk konuşurken acenteden gelen telefon ve aniden açılan iki kişilik yer... Gerisi, gitmezsek görmezsek olmayacak bir yolculuk...

Günlük gibi notlar almaya çalışmışım gezideyken, bugün o defteri buldum. Oradan bugüne düşen birkaç notu yazacağım. Belki okuyan, yolu yakında oralara düşecek birilerine de ilham verir diye- işimiz gücümüz,varımız yoğumuz şu "ilham" değil mi zaten- belki ben döner bir on yıl sonra yeniden okurum diye, belki bir dostuma git oku ve beni anla, derim diye. Niyet ettim..

13 Ekim 2013
...Tur rehberimiz "Otobüs gelecek inşallah, ondan sonra gideceğiz" diyor. Saat 05:30, Hindistan havaalanı...

Reklam panoları İngilizce, trafik İngiltere gibi soldan akıyor. Sabahın beşinde yürüyen, bisiklete binen insanlar etrafta...


Otobüsümüz geldi, çiçeklerle bezeli kolyelerle karşılandık, otobüste serinlemek için vantilatörler var.



Durduğumuz yerlerde tuvaletler ücretsiz...

14 Ekim 2013
...Bugün neler gördük, hatırladığım sırayla yazmayı deniyorum: maymunlar, yola yatmış inekler, sincaplar, yol kenarında saç kesen berberler, yere işeyen adamlar, önümüze çıkıp bizi peşinden sürükleyen manda sürüsü, soldan akan trafik ve sürekli çalan kornalar. tuk tuk benzeri rikşahlar -yeşil&sarı taksiler- kocaman kapta -üzeri açık- patlayan mısır, pilavı terazide tartıp eliyle veren adamlar, Aslan Tanrı için düzenlenen boya festivali, çöp yiyen domuzlar, renk renk kıyafetli kadınlar, alınlarındaki kırmızı noktaları,"good price for you" diyen satıcı adamlar...






15 Ekim 2013
...Tac Mahal'i gördük bugün. Şah, karısına yaptırmış burayı. Karısı ondördüncü çocuğunu doğururken ölmüş. Şah kendine de siyah mermerden böyle büyük bir saray yaptırmak istemiş, oğlu dur demiş. Daha fazla para harcamasın diye Tac Mahal'i gören kırmızı küçük bir saray yaptırmış, Şah sekiz yıl burada yaşamış. Sekiz yıl sonra da burada ölmüş...



...Oda servisi geldi az önce. "Pencereniz açık, maymun girebilir" dedi. Sonra bize güvenmedi, geldi kilitledi pencereyi. Gündüz de yanımıza geldi, "odanızı beğendiniz mi?" dedi, "ben temizliyorum odanızı" dedi gururla. İşini bunca seven ve güleryüzlü birini görmek iyi geldi bana...

16 Ekim 2013
Bugün Jaipur'a geçtik. Buradan önce Red Fort'u gördük. Ellerini "money" ve "chocolate" diyen açan dünya güzeli kızların fotoğraflarını çektim, onlara sadece mandalina verebildim.


...Şu anki ruh halimi barındırabilmenin bir yolu olsa keşke. İki duyguyu farkediyorum, hafiflik ve özgürlük. Ne çok görünür ve görünmez yükü taşıyoruz demek ki üzerimizde. Ne kadar çok "olmaz, çünkü..." diyoruz. Ama işte burası ve burada olan her şey "pekala olabilir" hissi veriyor içimden gelen her şey için bana.  "Her şeyle birlikte" ama "her şeye rağmen" değil...







...Bu akşam Jaipur'da onaltı kişi el ele tuşarak karşıdan karşıya geçtik çığlık ata ata. Trafik ışıksız ve polissiz memlekette "artık bize hiç bir şey olmaz!" diyoruz...

20 Ekim 2013
...Delhi'den kalkan dönüş uçağındayız. Ağzımda çok güzel bir tat var, beni en az bir ay götürür. Hafta diyecektim, elim "ay" yazdı. Şadan'a diyeceğim ki; bak kardeşim, bir şehri terkederken , içinde hafif bir sızı kalıyorsa, bu orada güzel vakit geçirdiğin içindir. Ellerimde kınalar ve boynumda şalımla bir parça geliyor benimle beraber...Hindu tapınağındaki bir adamın sözleri kulaklarımda, "Delhi'ye gelen herkes buraya gelemiyor, siz gelebildiğine göre özelsiniz, burada koca bir enerji var."

Gezi, onlarca renk, yüzlerce anı, bir sürü düşünce ve duygu ile çok yoğun bir iz bıraktı bende. Kendini sokaklarda, tapınaklarda, gözlerinin içi gülen insanların anlatacaklarında kaybetmek isteyenler gitsin, görsün. Hijyen takıntısı olan, kendine benzemeyen bir memlekette olmayı hiç istemeyen, ne bileyim kendiyle bir derdi olmayan kimse bence hiç zahmet etmesin, gitmesin...

Hindistan'a, rehber ve can dost Fazal'a, ellerimi kınalayan çocuklara selam, şükran, şükran...







7 Kasım 2014 Cuma

Masalcı Kadın Judith


Bilenler bilir, Judith Lieberman’ın Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Evi’de masal geceleri olur. 25 Haziran’da da sezonun son gecesi vardı. İyi niyetle açık havada düzenlenmiş bir gece idi, ancak yan tarafta inanılmaz rahatsız edici bir müzikle başladı gece. Ayarlanan ses sistemi de çok kötüydü. Hemen her şey, bizim değilse de sahnedeki anlatıcının konsantrasyonunu dağıtmaya yönelik ayarlanmış gibiydi. “Konsantre olamıyorum” dediği anda elindeki mikrofon yere düştü, tıpkı az sonra anlatacağı masalın en can alıcı yerinde avuçlarından uçan çekirge anı gibiydi olan biten. Çözülme anı. Bizler güldük, o güldü, rahatladı, rahatladık.

Sonra mikrofon düzeldi, yandaki müzik kesildi ve Judith devleşti yine sahnesinde. Biz yetişkinlere masal anlattı bir saat kadar.

Masal dünyası neden büyülü? Belki “-meli -malı”lardan değil de tamamen “ol” demekle “olan” şeylerden bahsettiği için. Evrensel doğruları var mı masalların da, sanki var genelde. Ama olsun, sonunun aşağı yukarı ne olacağını ya da nasıl olacağını, neye varacağı bilsek de dinlemek akşamın o saatinde, işten çıkmış yorgun argınken, salonu dolduran çocuklardan amcalara teyzelere iyi geliyor belli ki.

Modern meddah gibi masalcı. Arkasında görüntüler yok, bir yerden okumuyor, o an yaşıyor ve yaşatıyor size olan biteni. O kendince görüyor, siz kendinizde dinleyip, kendinize göre kuruyorsunuz zihninizde sıfırdan. 

Masal yazmakla ilgili atölyeler de düzenliyor Judith. Birlikte bir 3-4 saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Yine iş çıkışı yorgun argın gitmişseniz atölyeye, bir an çok saçma ya da çocukça bulabileceğiniz birçok şeyden büyük bir ciddiyetle bahseden bir kadın görüyorsunuz karşınızda. Anda olmaktan, kaybolmaktan, kaybolmaktan korkmamaktan, saçma sorular üretmekten ciddiyetle bahseden bir kadın.

Sonra büyük bir firmanın çalışanlarına, birbirimizi içtenlikle dinlemenin önemi üzerine yaptığı konuşmayı anlatıyor o anı yaşayarak yeniden. On beş yıldır Türkiye’de olan yaşantısından bahsediyor. Onu Fransa’dan buralara getiren tesadüfler zincirinden. Tesadüflerden korkmamamız gerektiğinden. Plan yapmanın, yapmaya çalışmanın zararlarından, kusurlarından. Zihni kapatmayı öğrenmemiz gerektiğinden. Yürekten gelen sesi dinleyebilmekten. En önemli kararların, kalple verilmesi gereken kararlar olduğunu söylüyor bize.

En iyi, en güzel, en orijinal fikri arayıp durmayı kesmeliyiz diyor örneğin. Yaratıcı fikirlerinin en büyük düşmanının “çok yaratıcı bir şeyler bulmalıyım!” fikrinden geldiğini anlatıyor. Çok da haksız değil gibi, doğuştan yaratıcı olan zihinlerimizi,  düşünce ve hedef kalıplarıyla biraz daraltmıyor muyuz çoğu zaman.

Atölye boyunca, “düşünmeyin, aklınıza ilk geleni yazın n’olur” dediğini hatırlıyorum sık sık. Kendimce önemli bir karar vermek için cebelleşirken, bu hali gözümün önüne geliyor sık sık. Halen her şeyi gönül gözümle görmeyi beceremiyorum ama, en azından buna inanıyorum.

Mantıksal çıkarımlar, en çok kendimizi güvende hissetmek için varlar gibi geliyor. Doğru kararı, doğru kararı söyleyen iç sesimizi duyamadığımızda; kendimizi güvende hissetmek için –minik bir çocuğun, yeni bir şey yapar, yeni bir adım atarken annesini göz ucuyla görmek istemesi gibi belki- “çünkü”ler yaratmak ve onlara tutunarak yürümek istiyoruz.  Hâlbuki tüm kararlar ve dönemeçler birer iç sesten ibaret belki de. Gürültü, patırtı çok olduğundan, onu duymamız da zorlaşıyor.
Ve sevgili masallar, gerçekten burada devreye giriyor olabilir. Çünkü onlar, bildiğimiz “çünküleri” geçersiz kılıyor. “Bir varmış ama bir de yokmuş” diyerek açılıyor masal. Açıyor kendini size. Hem var hem yok. Hem burada hem orada, hem mor bulutlar altında hem gözlüklü bir mantarın üzerinde olma durumu gibi.

Masallar, iç sesimizi duymanın yollarından biri olabilir. Sizi bambaşka şeyler de açabilir pekâlâ. Doğada bir yürüyüş, meditasyon, yoga, yüzme, yemek yapma, şarkı söyleme, dans etme, bir müzik aleti çalmak belki. Masallara da yüzyıllarla hak ettiği değeri vermek gerek bir parça. Ki burada bir kadın, tam on beş yıldır bıkmadan usanmadan masallar anlatıyor bize. Bakın, görün, dinleyin, hissedin, açın kendinizi diyor.


15 Haziran 2014 Pazar

Hey Marslı, biz dostuz! (Yayınlanan Yazılar)


Dünyalı Dergisi, Nisan 2014

Selam Mars’lı, biz dostuz
Dünyanın dışında bir yerlerde hayat var mı? Koca uzayda yalnız olabilir miyiz? Mars’tan bize el sallayan yaratıklar olabilir mi? Peki ya bizler, Mars’ta yeni bir yaşam kurabilir miyiz? “Mars One” projesini yaratan meraklı ve tutkulu bir grup mühendis, Mars’a gitme hayali kuruyor. Ne dersiniz? Siz de gelir misiniz?

Mars’a gerçekten gidiyor muyuz?
“Mars One” projesi ile 2024’te Mars’ta bir koloni kurulması planlanıyor. Mars’a gitmek için 200.000 kişi başvurdu. İlk elemede seçilen 1.058 kişi arasında Türkiye’den de 6 kişi var. Projeye göre, gönderilecek ilk grupta 4 kişi yer alacak, iki sene sonra ikinci 4 kişilik grup yola çıkacak. 7 ay sürecek bu yolculuğa çıkanlar dünyaya geri dönemeyecekler.

Neden  Mars’a gidiyoruz?
Güneş sisteminde dördüncü sırada yer alan Mars birçok açıdan Dünya’ya benziyor. “Kızıl gezegen” oksitlenmiş demir parçacıklarıyla kaplı. Mars’da bir yıl 687 gün ve bir gün yaklaşık 24 saat sürüyor. Bir yılda dört mevsim var. Kuzey ve güney kutupları buzullarla kaplı.

Mars’a gidenler neden geri dönemeyecek?
Hem Dünya’dan Mars’a gidecek hem de Mars’tan Dünya’ya dönüş yolculuğunu da yapabilecek bir uzay roketi şimdilik üretilemiyor. Ayrıca Mars’a giden insanların kemik ve kas yapıları değişecek. Dünya’ya dönebilseler bile sağlıkları tehlike altında olacak.

Mars’ta yaşam nasıl olacak?
Mars’ta yerçekimi dünyadakinin üçte biri kadar. Dünyada 60 kilo gelen bir insan, Mars’ta 20 kilo olacak.
Mars’ın atmosferin yüzde 90’ından fazlasını karbondioksit oluşturuyor. Nefes alabilmemiz için gereken oksijenin Mars’ta üretilebilmesi için çalışmalar sürüyor. Gidenler Mars’ta bitki yetiştirebilirse, atmosferdeki karbondioksitin bir kısmı fotosentez ile oksijene dönüştürülecek.
Mars’ta hava her zaman soğuk; kışın -80 derece olan sıcaklık, yazın en fazla -5 dereceye çıkıyor.
Atmosferin ince olması sebebiyle radyasyon gibi zararlı ışınlar da yeterince süzülemiyor.  İklim koşulları, oksijen azlığı ve radyasyon sebebiyle Mars’ta sürekli olarak özel uzay elbiseleri ile dolaşmak gerekecek.
Ana yaşam kaynaklarımızdan biri olan su da Mars’ta sorun olabilecek konulardan biri. Bilim insanları, kutuplarda yer alan su buzunu yüzeye çıkartmak ve alternatif su kanalları bulmak için çalışmalarını sürdürüyor.

Mars’a gidenler televizyon izleyebilecek mi?
Mars’ta TV izlemek, internete girmek mümkün olacak. Dünya ile Mars arasındaki mesafeden ötürü; izlenmek istenen programların önceden bildirilmesi gerekecek.  Canlı yayınlarda iki gezegen arasında en az üç dakikalık bir gecikme olacak.