Etiyopya’nın Dans Eden Keçilerine Şükran
Birçoğumuz için gündelik hayatımızın vazgeçilmez bir parçası
olan kahvenin tarihi M.Ö. 800lü yıllara kadar uzanıyor. Kahvenin ana vatanı
olarak kabul edilen yer ise Etiyopya. “Kahve” adının da Etiyopya’nin güneydoğusunda
yer alan, Sudan ve Kenya’ya komşu Kaffa şehrinden geldiği söyleniyor. Kahvenin
bulunuşuna dair en çok kabul gören ve ilginç hikâyenin kahramanı ise keçiler...
Kaldi ismindeki bir çoban keçileriyle baş etmeye çalışırken, hayvanların
çalılar arasından kopardıkları parlak kırmızı meyvemsi şeyleri çiğnediklerini
ve daha bir hareketli olduklarını, dans etmeye başladıklarını görür. Meraklanıp,
meyveleri kendi de çiğner ve tarifte zorlandığı coşkun bir mutluluk hisseder.
Ceplerini bu kırmızı meyvelerde doldurup, heyecan içinde eve koşar, durumu
karısına anlatır. Karısının da tavsiyesiyle, durumu manastıra bildirmek üzere,
Mavi Nil Nehri’nin kaynağındaki Tana Gölü’ne doğru yola çıkar.
Kaldi, huzura çıkıp tüm hikâyesini bir çırpıda anlattığında baş
keşiş çok hiddetlenir, “şeytanın işi bu!” diye bağırarak, tüm meyveyi yanan
ateşe doğru fırlatır. Kısa bir süre sonra, tüm manastır kavrulmuş mis gibi
kahve kokusuyla dolar. Neler olduğunu çok merak eden keşiş, meyveleri derhal
ateşten aldırır, ezerek közüne ulaşılmasını ve kokusunun muhafaza edebilmesi
için de üzerinin sıcak suyla kaplanmasını ister. O gece tüm keşişler kahveden
içer ve bundan böyle uzun ibadet gecelerinde bu içecek sayesinde çok rahat ayık
durabileceklerini farkederler.
Kahvenin popüler bir sosyal içecek olarak görülmeye başlaması,
Mekke’de kahvehanelerin açılmasıyla olur. İlkin, dini buluşmaların mekânı olan bu
kahvehaneler zaman içinde, muhabbet edilen, hikayeler anlatılan ve müzik icra
edilen sosyal alanlara dönüşür. Çeşitli gerekçelerde kahve çok kez yasaklanır.
Bunların ilki 1500’lü yıllarda Mekke’de Hair Bey tarafından getirilen yasaktır.
Cemaatin uzun bir dua gecesi öncesinde, ayık kalabilmek için cami içinde hep
beraber kahve içtiklerini görünce, Mekke’de tüm kahvehaneleri yasaklatır. Kahvenin
iyi mi kötü mü olduğu üzerine şiddetli bir tartışma alevlenir. Durumdan
doktorlar da rahatsızdır, doktor Hakimani kardeşler, neşesini kaybeden
hastaları artık onlara gelmek yerine, kendilerini kahvenin keyif verici
kollarına bırakıyor diye isyan ederler. Mekke müftüsü ise uzun ibadet
saatlerine yardım ettiği için kahveyi savunur ve son sözü Kahire Sultanı söyler
ve yasak kalkar. Sultana danışmadan kahveyi yasaklatan Hair Bey 1512’de
zimmetine para geçirdiğinin anlaşılmasıyla öldürülür.
Osmanlı Devleti’nin kahveyle tanışması 1517’de Mısır’ın fethiyle
olur. İlk kahvehanelerin ise 1554’te Tahtakale civarında açıldığı
sanılmaktadır. Cem Sökmen’in aktardığına göre Tahtakale’nin ekonomik
faaliyetler ve limana yakınlıkla şekillenen kozmopolit ortamı İstanbul’da daha
önce örneği bulunmayan kahvehane kurumu için uygun bir zemin oluşturmuştur. Kahvenin Avrupa’ya girişi, 1615’te Venedikli
tüccarlar sayesinde olur, 1683’te San Marko meydanındaki meşhur Café Florian,
Avrupa’nın ilk kahvehanesi olarak açılır. Kahve ve kahvehaneler bundan sonra
tüm dünyada hızla yayılmaya devam eder.
Kahvenin doğduğu topraklar Etiyopya’da günümüzde 97 milyon insan
yaşamaktadır ve bu topraklar halen dünyadaki en önemli kahve üreticileri
arasındadır. Uluslarası Kahve Organizasyonu (ICO) verilerine göre yılda 6,7
milyon çuval kahve üretimiyle Etiyopya, dünyada beşinci sıradadır ve toplam
üretimin %5’i burada yapılmaktadır. Kahve üretimindeki bu ciddi paya rağmen,
zaman içinde birçok rejim değişikliği yaşayan bu ülkede refah seviyesi halen
çok aşağılardadır. Kişi başına düşen yıllık milli gelir 547 Dolar, başka bir
deyişle günde sadece 1,5 Dolar seviyesindedir. Kişibaşı yıllık 2,3 kilo kahve
tüketimiyle Etiyopyalılar, ürettiklerinin yaklaşık yarısını tüketmektedir. Kahveyi
içtikleri gibi, patates gibi sebzelerle karıştırıp yemek olarak da pişirdikleri
bilinmektedir. “Kahve bizim ekmeğimizdir” (Buna dabo naw) meşhur bir deyişleridir.
Geleneksel misafirperverliğin bir göstergesi olan Etiyopya Kahve
Seronomisi, dünyaca ünlüdür. Seromoni, Etiyopya halkının sosyal yaşamı içinde
çok önemli bir yere sahiptir. Renkli işlemeleriyle süslü geleneksel beyaz
kıyafetleri içindeki genç kadın, yıkanmış yeşil kahve çekirdeklerini ateşin
üzerinde yavaş yavaş kavurur. Isının etkisiyle çekirdekler patlayıp, yoğun
aroması duyulunca, kahveyi odanın içinde gezdirerek güzel kokunun her köşeye
yayılması sağlanır. Daha sonra kahve çekirdekleri havanda öğütülür ve Jebena
denilen siyah cezvede pişirilir. Kahve, seremoniyi izleyen aile fertleri ve arkadaşlara
ikram edilmeden önce birkaç kez iyi bir süzgeçle süzülür. İçime hazır hale geldiğinde,
Si-ni denilen küçük fincanlara 30-35 cm yükseklikten dikkatlice koyulur ve
servis edilir. Kahve genellikle bir miktar şeker ile tüketilir. Genellikle
herkese üç defa sunulur. İlki Abol,
ikincisi Huletegna ve üçüncüsü ise Bereka olmak üzere her üç sunumun ayrı
adları vardır. Ve bu üç ismin, kahve meyvesini yiyip neşe içinde dans ederek,
mucizenin bugünlere gelmesine vesile olan keçilerin adları olduğu rivayet edilmektedir.
O keçilere, onlar gören Kaldi’ye, yasakları delen müftülere,
sultanlara, kahveyi günde bir dolara toplayıp öğüten kutsal ellere ve binbir itinayla
kavuran güzel kadınlara şükran, şükran, şükran...
Yararlanılan
Kaynaklar
Sökmen
Cem, Eski İstanbul Kahvehaneleri, Ötüken
Yayınları, İstanbul, 2011