28 Kasım 2013 Perşembe

Frances Ha: The Undateable


http://www.imdb.com/title/tt2347569/?ref_=fn_al_tt_1

Tüm çabalarını ve hayallerini büyük bir saygı, sevgi ve hayranlıkla takip ettiğim Başka Sinema oluşumu kapsamında, seyrettim Frances Ha filmini. Daha önce festivale gelmiş ancak ben kaçırmışım, atlamışım.

Sonra çok kötü, tuhaf yazılar okudum internette bu filmle ilgili. Ve bir yazı yazmak istedim henüz izlememiş kişiler için. İzlemiş, aklına biraz yer etmişler için bir de herhalde.

Frances Ha, o anki ruh halinize göre farklı tepkiler verebileceğiniz bir film demek çok yersiz olmaz sanırım. Frances’ı bu dünyadan, bu zamandan değil diye tanımlayanlar, ona gıcık olanlar, onu naif bulanlar olmuş gördüğüm kadarıyla. Ben çok sevdim Frances’i. Her şeyiyle çok sevdim.

Yirmi yedi yaşında, dansçı olma arzusunda bir New York sakini Frances. Büyüklü küçüklü, aslında belki de çok olağan sıkıntıları var hayatla, her birimiz gibi. Hepsine gülüp geçmesini, olduğu gibi kabul etmesini, ve her seferinde yeniden başlamasını o kadar güzel yapıyor ki. O kadar içinde akıyor ki hayatının. Sokaklarda dans edercesine yürüyor, koşuyor, gülümsüyor.  

Hesabı kitabı yok olan bitenle, büyük kararlar arifesinde görmüyor kendini. Hayat nereye savuruyorsa, oraya gidiyor. Orada, yeniden ve yeniden deniyor. Koca mutluluklar buluyor sıradanlıkların içinde, kocaman kahkahalar atıyor tüm yüzüyle. Ağlarken de, “Seni çok seviyorum” derken de, “Senden hoşlanmıyorum” derken de hiç zorlanmıyor.  Yapboz tahtası gibi, bozuldu mu darma durman oluyor tüm parçalar, tüm resim alt üst oluyor.  Sonra ufak ufak kalkıyor üzerini silkeleyip düştüğü yerden. “Canım acımadı ki” demiyor, “Baktım ki ölmedim, ölünmüyor demek” diyor daha çok sanki.

Düşmesini bunca güzel, bunca doğal, bunca içine alarak ve savaşmadan, yok saymadan yapan bir kadının, bir insanın bunca güzel kalkmasını, yeniden ve yeniden başlamasını, her şeyi sıfırlamasını hayranlıkla izliyorsunuz. Hayatla dalaşmadan, hayatın içinde bu kadar rahat akmasını çok seviyorsunuz, sevebilirsiniz, sevmeyi deneyebilirsiniz.

NOT: IMBD sayfasından görebileceğiniz gibi, filmin ve kahramanınn ruhuna uygun olarak, film birkaç dalda aday gösterilmesine rağmen, hiçbir dalda hiçbir ödül kazananamış, "kaybetmiş".. :) En azından, "arada bir kaybeden" yanınıza yakın gelir belki:)

27 Kasım 2013 Çarşamba

Searching For Sugarman: Bir Şarkının İzinde (Yayınlanan Yazılar)



DIGITURK Dergi, Aralık 2013

“Bu film 6 Mart 1998’de Cape Town’da olanlar hakkındadır” ifadesi, çok da yersiz bir önerme olmaz.  İsveçli genç yönetmen Malik Bendjelloul’un 2012 yapımı belgeseli; 2013 En iyi Belgesel Film Oscarı’nın yanısıra, Bafta, Sundance, Norveç Amanda Ödülleri, Amerikan Sinema Editörleri gibi bir çok festivalde otuza yakın ödül kazanmış son derece özel bir öykü.

Öykü özel çünkü, dünyanın bir yerinde –kendi anavatanında- bir türlü tutunamazken, şarkıları hiç dinlenmez, albümleri bir elin parmakları kadar satmazken; bambaşka bir yerde bir dönemin aşkla sarıldığı kahramanı olmuş bir şarkıcının, besteci ve söz yazarının hikayesini anlatıyor. Zaman zaman duygusallaşmadan, kendinizle bir parça özdeşleştirmeden, yaşanmış ve yaşanacak türlü haksızlıkla bağdaştırmadan izlemek pek mümkün değil. Başladığı ilk beş on dakika sizi sarıp sarmamasına göre tamam-devam kararı verebileceğiniz filmlerden. İlk dakikalar yakaladıysa sizi, önünüzde unutulmaz bir doksan dakika daha var bilin ki. Ne arka fondaki müzikten, ne enfes Cape Town görüntülerinden ne de iç sıkan Detroit hallerinden hazzetmedim diyorsanız; kumanda elinizde,  bambaşka keşiflere yönlendirin kendinizi.

Belgeseli hiç ipucu vermeden anlatabilmek, sevdirebilmek imkansız gibi görünse de, izleme zevkine minimum müdahale ile altından kalkmaya çalışalım bu işin. Amerikalı şarkıcı Rodriguez’in bir albümü 70’lerin başında bir şekilde Güney Afrika’ya ulaşır-Rodriguez’le ilk nasıl tanıştıklarından kimse emin değildir.  Bu güçlü ses, protest ve cesur şarkı sözleri o dönemde ırkçı rejimin yoğun baskısı altındaki Güney Afrika’da birçok kişi için umut ışığı olur, isyanın sesine, sembolüne dönüşür. Bir nesil, Rodriguez’le büyür, yirmi yıl Rodriguez diye bir efsane ile özdeşleştirir kendini. İki albümü daha ulaşır ellerine, Güney Afrika’lı müzik grupları ondan esinlenir, baskıcı rejim tarafından Rodriguez’in “seks”li, “uyuşturucu”lu şarkı sözleri yasaklanır, plaklardan şarkılar silinir. Tüm baskılar, isyanı ve hayranlığı büyütür. 70’lerde genç olan her Güney Afrikalı’nın evinde en az bir Rodriguez albümü olduğu söylenir.

Sonra Rodriguez’in sahnede trajik şekilde intihar ettiği öğrenilir, Güney Afrika gazeteleri bu kötü haberi manşetten duyurur, hayranlar yastadır. Ama efsane zihinlerde büyümeye devam eder. Rodriguez bir devri şarkılarıyla büyütmüş, bir devre başkaldırtmış bir şarkıcıdır; müzik raflarında Bob Dylan,Beatles ve Rolling Stones kadar yer kaplamaktadır.

Öykünün, Detroit versiyonu da eş zaman anlatılmaktadır bize. Rodriguez aslında kimdir, nasıl biridir, neyi nerede yanlış yapmıştır, neden nasıl atlanmıştır; çalıştığı plak şirketleri, çalışma arkadaşları ve bar arkadaşları ile izini süreriz.  Güney Afrika’dan çıkan iki müzik dedektifinin, öldü sandıkları müzik devinden herhangi bir ize, bir tanıklığıa ulaşmak istemesiyle öykü dönüşür,  başka bir deyişle 6 Mart 1998 için geri sayım başlar.

Filmi çok katmanlı okuyabilirsiniz. Sixto Rodriguez’in melodilerinde dinlenebilirsiniz, inandığı ve çok sevdiği bir işi yaparken kimseden değer ve takdir görmeyen bir adamın dünyanın bambaşka bir yerinde birilerinin yüreğinin en ince yerine nasıl dokunduğuna tanıklık edebilirsiniz. İnandığınız, gönülden istediğiniz şeylerin peşinden gitmeniz gerektiğine, bir gün mutlaka bir yerde karşılığını alacağınıza inanabilirsiniz. Her baskının aslında bir isyanı nasıl körüklediğini görebilirsiniz, her isyanda filizlenecek bir yer, bir kanal bulan umuda gülümseyebilirsiniz. Her şeyi bir kenara bırakıp, sadece 6 Mart 1998’de Cape Town’da olanları görebilmek için bile bu belgesel filmi  seyredebilirsiniz. 

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Sokakağzı'nda Ayşe Teyze ile Yahya Amca


Sokakağzı sahilde tanıştık Ayşe Teyze ile, rengarenk tülbentler, tülbentten elbiseler satan, üzerinden gökkuşağının tüm renkleri dökülen bir teyze.  Yanıma geldi, başımdaki tülbente yakından bakmak istedi, “bunlar çok satılıyor galiba bir bakayım, ben de yapıcam akşam bunlardan” dedi, muhabbete başladık bu vesile ile.

“Çocuğun var mı? dedim, “Yok” dedi hafif boynunu büküp, ısrarla sordum ben de densizce; “Nasıl yani, olmadı mı, istemediniz mi hiç?” dedim, “Öldü, kocası vurdu” dedi. Onsekiz yıl evlilikten sonra otuzaltı yaşında karısını, arkasında üç çocuk bırakarak vurmuş “katil.” Adı hep “katil” oldu sonra adamın.

Üç çocuktan en küçük olan oğlan, esmermiş, “katil”e benziyormuş. “Katil”in kız kardeşi de görümcesinin kızını bıçaklamış, öldürmüş, o da “katil”miş. Müebbet almış ikisi de, Çanakkale Cezaevi’nde.

Yazları buralara gelip, yaptıkları eşarpları, bantları, elbiseleri satıyorlarmış. Köye kumaşcı geliyormuş, renk renk kumaşları o getiriyormuş. Kocası Yahya Amca da nazarlıkları yapıyormuş tahtadan, geçenlerde parmağını kesmiş derinden, koca bir oyuk var işaret parmağında. Evi, arabayı korurmuş bu nazarlıklar. Bir arabanın arkasından saymış birisi “devrilsin bu araba” demiş, bakmış devrilmemiş araba, “gidin bakın, nazarlık var onda” demiş, bakmışlar bu nazarlıktan varmış onda. Tek sayı olcakmış boğumlar nazardan koruması için, ya beş ya yedi, altı olursa fayda etmezmiş.

Kışları zeytin toplamaya gelirmiş Ayşe Teyze, zeytin Kasım’da karda çamurda toplanıyormuş. Kızı öleli, bu ramazan başında üç yıl olmuş. Türlü hastalık çıkmış Ayşe  Teyze’de. Geçenlerde de ayağına evin önünde koca bir çivi batmış, Ayvacık Hastanesi’ine zor yetiştirmişler. “Bir de paslı olsaydı bak” diyorum, “çok paslıydı” diyor, kocaman şişmişti ayağı.

Köyden Sokakağzı’na yürümek, gündüz ikibuçuk saat sürüyormuş, yol yokuş olduğu için dönüşte yürümeyi göze alamıyorlar. Alan araba çıksın diye bekliyorlar. Tüm bu muhabbeti de, Yahya Amca yukarı çıkan araba beklerken yolun diğer tarafında, deniz kıyısında yaptık Ayşe Teyze ile. Sonra sarıldı bana kocaman “İyi bayramlar olsun” dedi, “sen beni mutlu ettin, Allah da seni mutlu etsin bakem” dedi.

Dileğimi söyledim ona; bayağıdır unuttuğum, en azından kendime böyle söylemediğim temenniyi hatırlattı bana “Allahtan ümit kesilmez” dedi, arkamdan seslendi sonra “Allah tüm dileklerini kabul etsin” dedi. Hediye nazarlığım, yazlık elbisem ve işlemeli mendilimle veda ettim ikisine de.

İstanbul'un "sözde" bağrından kopup, burada, bu sahil beldesinde, bikinili kadınlar arasında üzeri kat kat ve rengarenk sarılı kadınları, koca bohçaları ve bu hayret edilesi hayat hikayeleriyle görüvermek, onlarla sohbet etmek, sohbet bile edemeyen, bana ederken bile iğrenerek, çekinerek, yadırgayarak bakan "İstanbullu" ablalarla karşılaşmak, nereli ve kimlerden ve neylerden olduğunu yine ve yine tam olarak kestirememek, ne oralı ne buralı olamamak, bazen iyi bazense çok kötü ediyor insanı.

Sen olanca şehirli halinle, köylülerin çalıştığı bu beldeye tatile gelmişsin besbelli. Ne tam olarak şehirlisin -çünkü orada hep bir rekabet var, hep birilerine göre daha azsın orada, daha az başarılı, daha az iyi, daha az göz önünde, daha az takdir gören, hem daha iyilere hevesli, hedefli, hırslı herneyse işte. Ne tam olarak buralardansın, sırıtıyorsun kocaman giydiğinle, dediğinle ettiğinle, sen bu sahilde oturmayı, bu manzarada çay içmeyi, bira içmeyi seviyorsun, çayı toplamayı, çayı satmayı, birayı almayı değil.

Üç beş örtü alıyorsun sonra şehirli paranla, birileri mutlu oluyor yetim torununa para götüreceği için, sen çektiğin ağız kokusundan kazandığın üç kuruşu verdiğin için tatmin duygusu içindesin, burda kralsın çünkü.Parası olan kralsa, burda senin hükmün on numara.  Kocaman bir terslik var bir yerde. Ne köyde ne şehirde tam "entegre" olamamakta tam bir arıza var.

Bu yazıya hiçbir yerinden konu olmayan bir kadın geliyor gözümün önüne, kumsalda eşarplar satanlardan biri, benim bira içmeye giderken yolda karşılaştıklarımdan, fotoğrafını çekemediğim, "yapma Sibel, bu kadar da fırsatçı olma, harika bir kare olacak bu kadının yaşamı deme" diyerek çekemediğim kareyi anlatmak istiyorum. Sırtına bağladığı en fazla altı aylık çocuk ile elinden tutan 4-5 yaşlarında bir çocuk, diğer elinde koca çuvalda tülbent elbiseler. Köyden sahile yürünmüş diğer tüm çuvallılar gibi besbelli, ve yukarı çıkacak bir araba gözlenecek birkaç saat sonra, o yokuşu bir çuval ve iki çocukla yürümemek için. O sırta bağlı bebek nasıl güler yüzlü nasıl, her şeye, herkese gülümsüyor, o kadar memnun ki olduğu yerden, o kadar huzurlu görünüyor ki, kelimeler tükeniyor, bakan aptallaşıyor, un ufak oluyor. Dünyanın tüm sabahlarında, dünyanın tüm güzelliklerini, tüm emeklerini sarmak istiyor insan, gözler günebakanlar gibi iyiye güzele açılsın, sadece iyiler kazansın, hep iyilerin dilekleri olsun istiyor...

Sizi aptallaştıran yerleri keşfetmenizi diliyorum tüm kalbimle... Ve hayatınızı güzelleştirmenizi, gördükleriniz, duyduklarınız ve dönüştürdüklerinizle...



31 Temmuz 2013 Çarşamba

Gaziantep Notları


Gaziantep’te geçen tek başına bir haftasonunun notlarını aktarmaya çalışacağım. “Tek başına” vurgusu, tek başına gitmek isteyen ancak cesaret edemeyen kadınlara belki bir parça “hadi” verir diye özellikle eklendi ilk cümleye...

İkinci kez bir iş gezisini Antep’te haftasonuna bağlıyorum, bilmiyorum bir daha ne zaman mümkün olur. Ama bu sefer, ben de unutmamak için yazacağım, gördüklerimi, duyduklarımı, tanıdıklarımı.

Antep, birçok gezi yazısında da görebileceğiniz gibi, çarşılar, hanlar, bakırcılar, kalaycılar, baharatlar, baklavalar, kebaplar ve mozaiklerle dolu bir kent.

Kırkbir derece sıcağın, İstanbul’da anladığımız sıcaktan daha kuru, dolayısıyla daha tahammül edilir olduğu bir yer.  Elinde koca bir makineyle ve tek başına gezen ve üzerine ne giyerse giysin “turist” hali her yerinden akan bir kadını garipsemiyorlar. Hadi “garipsememek” iddialı oldu ama kesinlikle rahatsız etmiyorlar. Ben “başka”yım, bunu oldukça yoğun hissediyorum, İstanbul’da çarşıda pazarda kafalar ne kadar dönmezse size, Antep’te o kadar dönüyor bakışlar, kesiliyor sohbetler siz geçerken. Ama göz göze geldiğinizde herkes “merhaba” diyor kocaman, “nereden geliyorsunuz?” diye soruluyor, “a, is taan bulll” deniyor cevabı alınca. Antep’e özel değil belki bunların hiçbiri, ama bir ara diyorsunuz siz de “vay be, İstanbul’dan geliyorum” diye. Tuhaf bir yabancılaşma, belki bazen lazım, İstanbul’da olmak, İstanbul’lu olmak, İstanbul’dan olmak ne demek bir durum düşünmek gerek. Bir sevginizi, saygınızı tartmanız lazım bu şehirle, bir ilişkinizi gözden geçirmeniz lazım ara ara.

Fotoğraf makinamı görenler soruyor, “Gazeteci misiniz?”,  “Yo hayır, kendim için çekiyorum, hobi gibi bir bakıma” dediğimde “hey Allahım...” manasında çok tatlı bir gülümseme oturuyor yüzlere, izah edemiyorum durumu, onlar gülümsedikçe, ben de halime gülümsüyorum biraz.

Bir de “ta İstanbul’dan gele gele buraya mı geldin?” var. Yine sorgulayıcı kişilik olarak, aynı soruyu en az beş kere daha ben de kendime soruyorum, “ben naptım, doğru mu yaptım, tam istediğim bu muydu, burda kadın başıma bir haftasonu geçirmek sence mantıklı mı?” gibi, her defasında yeniden doğruluyorum kendimi. “Evet, daha önce de geldim, çok sevdim buraları, görmediğim yerleri görmeye geldim” diyorum.

Bakırcı amcalarla tanışıyorum, oğlu  cezaevinde müdür olan bir amca, “keşke o işi yapacağına benim işi yapsaydı, daha iyi kazanırdı, şimdiki aklım olsa okuma derdim” diyordu gayet içten ah çekerek. Okuyup da “adam” olduğunu sanan bizim gibi birçok çalışana, resmi tersinden okutacak bir iç çekiş bu. Tam ellibeş yıldır elinin emeğiyle kazanıyor parasını çünkü Karatlı amca, benim “pazarlama”cı olmam, Sokakağzı-Koyunevi Köyü’nde prim yapmadığı gibi Antep’te de yapmıyor.

Bir sonraki duraklar hep imece usulüyle belirleniyor, bakırcı amca beni katmer yemeğe Zekeriya Usta’ya yolluyor. Zekeriya Usta gururlu; duvarlar gazete kupürleri, övgüler ve birçok ünlü ziyaretçi fotoğraflarıyla dolu. Hamur, kaymak ve fıstıktan oluşan bir şey nasıl bu kadar hoş ve hafif olabilir diyorsunuz. Saat dört’te yenmek için dört katmer almaya gelmiş pek tatlı bir çift giriyor sahneye.

Katmercide Buluşma
Gözlerinden okunuyor heyecanı,
Ayağını neşeyle sallayışından.
Katmer almaya gelmiş sözlüsüyle,
“Saat 4’te götürecekler, 4 tane”.
Abiden bahsediyor arada kız,
O katmerler pişmiyor bir türlü.
Ayak sallanıyor, gözler baygın,
Ve kocaman bir gülümseme
“Aşk var” diyor, “burada ve her yerde...”

Sonra hanlar var, Gümrük Han, Yeni Han, Zincirli Bedesten, Bakırcılar Çarşısı, Almacılar Çarşısı. Her şeyin bir çarşısı var Antep’te. Gümrük Han’da üst katta atölyeler var; ebru, mozaik, cam, kutnu, yemeni, sedef atölyeleri var.  Ebru denemesi yapabiliyorsunuz, sabırlı ve cici bir kız anlatıyor sıfırdan her şeyi size.  Hem ne kadar kolay, hem de ne kadar zor olduğunu öğreniyorsunuz ebru’nun. Renkleri birbirine karıştırmayan efsunlu baharatlarla tanışıyorsunuz. Fırçanın minik bir dokunuşuyla koca bir desene, bir lekeye, bir anlama doğru ilerleyen hareketi görüyorsunuz. İnsanı rüyalara sürükleyen o karışıklık yerine ebru ortasına gülü oturtmaya çalışan çabayı anlamıyorsunuz. Düzensizliğin güzelliğini, “düzen” ısrarıyla zaptetmek isteyenlere inat, bilinen hiçbir şeye benzemeyen ebruları kayırıyorsunuz biraz.

Yeni Han’da, fesli minik bir çocuk karşılıyor sizi kocaman bir gülümseme ile “Hoş geldiniz, mağaramızı gezmek istemez misiniz, ücretsiz!” diyor, her kelimesi çok sempatik geliyor bu cümlenin bana. Avluda böyle cici bir karşılama, içeride en azından bir Zahter çayı içirtiyor size.

Kebapları, baklavaları, Mozaik Müzesi’nin geçiyorum o bilgiler her yerde var zaten diye.
Gezinin ikinci gününde önce Zeugma’ya sonra Halfeti’ye gitmeyi deniyorum. Elde makine, üzerimde uzun bir elbise biniyorum dolmuşa “turist” halimle. “Kırsal terminal’e gidiyorsunuz, değil mi, ne kadar?” diyerek biniyorum, “Öğrenci bir buçuk lira” diyor. “Öğrenci” lafını duymayalı on yıl olduğu için neredeyse, hiç bozuntuya vermiyorum, bir güzel keyifleniyorum, veriyorum bir buçuk lirasını.

Kırsal Terminal’den Nizip dolmuşuna son yolcu olarak biniyorum, Antep-Nizip yolu bitmiyor, uzadıkça uzuyor. Sağ sol çayır, yollar bozuk, dolmuş sürekli dura dura ilerliyor. Dolmuştaki bayan sayısı gittikçe azalıyor. “Ben napıyorum şu an?” sorusu, yolun oldukça ortasında düşüyor aklıma, cesaretime şaşıyorum. Ama diyorum sonra “Kim napsın beni?”, herkes yardım ediyor, kolluyor zaten sağolsun. Nizip’te iniyorum, “Zeugma için ilerden binicen” diyorlar, “ileri” doğru yürüyorum. Zeugma’ya 9 kilometre kalmış ama taksi var sadece. Cesaret edemiyorum. “Peki o zaman, Halfeti’ye gidiliyor mu burdan?” diyorum, Birecik dolmuşuna biniyorum oradan. Ordan da Halfeti dolmuşuna biniyorum. “Buradan aşağı gidicen” diyorlar indirirken beni. “Aşağı” da “Eski Halfeti 9 km” yazıyor. “Dolmuş bir kişi için gitmez, hele sen bir çayımızı iç” diyor lokantacı Muzaffer Bey. “Eh peki” diyorum. Sonra “Ben bırakayım sizi arabayla” diyor. Çamur içinde ama canavar gibi Toros’uyla bırakıyor beni Eski Halfeti’ye, para vermek istiyorum ısrarla “Para vereceksen buracıkta indiririm seni yol ortasında, istemiyorum paranı" diyor. “Aşağıda yeme sakın, dört katı para ödersin, gel bende ye” diyor. Aşağıda teknecilere emanet ediyor beni “Sibel Hanım, İstanbul’dan geldi, yardımcı olun” diyor. Tekneci’ler bir zahter söylüyor bana.

Halfeti çok etkileyici. Baraj gölü altında kalmış koca bir köyün içinden, daha doğrusu “üzerinden” geçiyorsunuz. Halfeti ekibi çok renkli, kadın erkek sayısına en az iki çocuk düşen kalabalık bir grup, İstanbul’lu ve oruç iki genç, kaynıgil’den kendi evine dönen üç çocuklu ve oruç bir anne var. İnsanların oruç olması garip değil tabi, ama annenin henüz bir yaşında ve emzirdiği bir çocuğu varken “geçen yıl da hamileydim, tutamadım, bu yıl da tutmazsam olmaz” diyerek, kırk derece güneşin altında, çocuk her durur gibi olduğunda uykuya dalar hali ve İstanbul’lu iki gencin, Antep-Urfa gurme turunu Ramazan’a denk getirmiş olması ilginç.

Yabancıların arabalarından, otostoptan çok korkan ben, Halfeti’ye varabilme maceramdan sonra, bu iki gence sarılıyorum adeta, “ben de sizinle geleyim Antep’e en iyisi” diyorum, “ama biz önce antik kent Dülük’e gideceğiz” diyorlar, “tamam ben de görmüş olurum o zaman” diyorum. Birlikte önce Dülük’e sonra Antep’e geçiyoruz.

Dülük’teki güvenlik görevlisinin “eğlence olsun diye yetiştiriyoruz” dediği kocaman ve yemyeşil domateslere takılıyor gözüm. “Eğlence” için daracık bir alanda, özenle, sabırla yetiştirilen bitkilere hayran oluyorum, emeğe saygı duyuyorum. “Eğlence” için benim yaptığım şeyleri düşündükçe biraz daha ufalıyorum adamın karşısında.

Antep, kadın başınıza gayet gidebileceğiniz, gezebileceğiniz, her dükkandan içeri kafanızı sokup “Merhaba” diyebileceğiniz bir yer. Herkesin “bir çayını” içebilirsiniz, hatta içmelisiniz. Herkesin anlatacak çok güzel hikayeleri var. Herkesin bir “iş”i, bir “mesleği” var. Bu beyaz yaka olmanın, “iş” denen şeyi elle tutamamanın, “bunu ben yaptım işte” diyememenin ezikliğini, eksikliğini çok güzel gözünüzün önüne getiren bir yer.

Yedikleriniz, içtikleriniz size kalsın, sohbetleriniz bol olsun Antep’te...


5 Haziran 2013 Çarşamba

Tek Yön Gidiş Biletleri:Coşkun Aral'la Söyleşi (Yayınlanan Yazılar)


BUMED DERGİ, Haziran 2013

Yoğun programı içinde “haberci” Coşkun Aral’la bir araya geldik; keşfetme, merak ve habercilik üzerine çok keyifli bir söyleşi yaptık. Aral’a samimiyeti ve özverisi için tekrar çok teşekkürler. Sizlerin de keyif almanız dileğiyle…

Dünya üzerinde neredeyse her ülkeyi görmüş biri olarak, bu keşif heyecanının sizin için nasıl başladığını anlabilir misiniz? 
Kendimi bildim bileli meraklıyım. Sanırım, insan olmanın en önemli özelliklerinden biri, meraklı olmak. Siirt’te doğdum, Siirt’in 1950’lerdeki durumu bugünkünden belki nicelik olarak farklı ama nitelik olarak aynı; o zamanlar daha çağdışı bir bakış, daha gerici bir yönetim, daha mahrumiyet söz konusuydu. Ortaokul yaşlarımda, sağlık gerekçeleriyle İstanbul’a halamın yanına gönderildim, anne babam benden önce iki üç yaşlarında iki çocuk kaybetmişler. Oruçgazi Ortaokulu’ndan sonra Pertevniyal Lisesi’ne geçtim. Ortaokul yıllarım, kaotik 71 darbesi dönemleri, ailemden birçok kişinin cezaevinde olduğu bir süreçti. Tüm bu olaylar beni biraz daha anarşist bir duruma getirdi. Okuduğum lisede dersanelere karşı ilk eylemde, okuldan neredeyse atılmam gündeme geldi. Sonrasında Mecidiyeköy Lisesi’ne gönderildim, oradan mezun oldum. Hâlâ Pertevniyal Lisesi’ni severim, ruhu olan bir okul çünkü. Niyetim doktor olmaktı, ama puanlarım beni İşletme’ye yönlendirdi, hiç anlamadığım bir okuldu. Okula kaydımı yaptırdığımda, hem Günaydın Gazetesi’nde gece muhabirliği yapıyordum, hem de bugünkü gastronomi uzmanımız Mehmet Yaşin’le beraber Gün Gazetesi’nde, o dönem Türk milletinin duymayı görmeyi arzu ettiği türden günlük haberler yapıyorduk. Daha libido okşayan, daha umut veren, gerçeği yansıtmayan, dünyada “Bulvar gazeteciliği” diye nitelendirilen türden işlerdi. Bir yandan Günaydın’daki sokak gazeteciliğimi bağımsızca yapmaya devam ediyordum.

Günaydın’da Mehmet Barlas’ın yönlendirmesiyle, ekonomi sayfaları için çalışmaya başladım. Barlas’ın ekonomi sayfalarında; makroekonomik ölçekler yerine mikroekonomik ölçeklerle, halkın anlayacağı bir dil ve üslupla yazılar yazılıyordu, keyifli bir dönemdi. Sonra yaptığım bir haber sebebiyle gazeteden kovuldum. Türkiye’ye kaçak giren, gerçek rayiçi üzerinden değil de, birtakım dolaplarla getirilmiş yatların Bebek Koyu’ndaki görüntüleriyle tahrik edici bir manşetle haber yaptım, iki gün sonra beni işten attılar.

Daha sonra sağolsun Mehmet Barlas beni İsmail Cem’in çıkardığı Politika Gazetesi’ne gönderdi. Cem benim için çok değerli bir insan, bir öğretmen idi, Allah rahmet eylesin. Ancak bir süre sonra Politika Gazetesi alaturka usülü bir sendika gazetesine dönüştü. DİSK’in Maden-İş Sendikası satın aldı gazeteyi. Haberden ziyade siyasi görüşlerine paralel övgülerle dolu bir gazeteydi, amaç bir milyon sendika mensubuna gazete satmaktı ama tirajı ikibinin üzerine çıkamıyordu, çünkü gazetede sadece paralel sendikaların yorumlarına ilişkin haberler yer alıyordu.
O gazetede kanlı 1 Mayıs olaylarına ilişkin fotoğraflarım kullanıldı, o fotoğraflar sayesinde de sonradan yıllarca muhabirliğini yaptığım SİPA PRESS ajansının muhabiri oldum. 80’e kadar bu ajansın Türkiye muhabirliğini yaptım. 12 Eylül dönemi’nde Politika gazetesi kapandı.  Ben bu süreçte arşivimin bir kısmını yurtdışına çıkarmıştım. 12 Eylül’de çıkardığım bu arşiv, birdenbire beni dünya basınında en çok fotoğrafı kullanılan gazetecilerden biri haline dönüştürdü. İrlanda’da IRA’nın açlık grevleriyle başlayan iç savaş dönemi, hemen onun ardından Lübnan’da İsrail’in işgaliyle başlayan süreç, Sovyet’lerin işgal ettiği Afganistan’da Sovyetlere karşı verilen mücadele, Afrika’da Libya’nın başını çektiği mücadelede eski sömürgecilere karşı ayaklananlarla beraber kendimi birdenbire savaş arenalarında buldum. Türkiye’de de rahmetli Mehmet Ali Birand’ın daveti üzerine Lübnan’dayken Milliyet’e freelance hem haber, hem fotoğraf, hem fotoğraflı haber yapıyordum. Merkezim Paris’ti, çalıştığım kurum SİPA Press’ti. 1990’larda ajansı, bir balon gibi dünya burjuvazisi arasında yer alma sevdasındaki Asil Nadir satın aldı. Bir yıl sonra, mağduriyetler başladı. En mağdur olanlardan biri bendim, çünkü hem SİPA’nın hem de Asil Nadir’in Türkiye’deki Günaydın Gazetesi’nin muhabiriydim, aylarca maaşlarımızı alamadık. Sonrasında Türkiye’ye geri dönmek zorunda kaldım. Eski arkadaşım Savaş Ay, A Takımı’da bir yer verdi bana sağolsun, bir sene onu sürdürdüm. Sonra kendi “Haberci” programımla ATV’de yayına başladım.

Haberci, İZTV gibi çok büyük ve önemli projelerin sıfırdan ortaya çıkmasında maddi ve manevi anlamında büyük çaba harcadınız, İZTV hala birçok değişik belgesel ve gezi programlarıyla hayatına devam ediyor. Bu iki projenin sizin için önemi, anlamı nedir?
Gerek Haberci gerek İZTV Türkiye’nin evrensel projeleri bana sorarsanız. Yüzde yüzü Türkler tarafından yapılmış projeler. İZ’de Haberci’den tanıdığım bir ekip var, bir de bizi izleyelerek büyüyen bir kesim. Evrensel anlatım ve evrensel teknoloji ve biraz fazla çaba ile sürdürüyoruz işlerimizi. Bu işler görüldüğünde, değer bilindiğinde çok keyif alıyoruz açıkçası. Örneğin, bugüne kadar Türkiye’de hiçbir otelciler birliğinden destek almamışken, üç gün önce Selanik’teki otelciler birliği, benim ismimi verip İZTV’de program yapmak istediklerini ve bu işe de sponsor olmak istediklerini söylüyor bize. Aynı teklifin benzeri Güney Afrika Büyükelçiliği’nden geldi. Çünkü ciddiye alınan bir gezi kanalı İZTV. “Daha derinlerde neler var sizi ilgilendirebilecek, buyrun gelin” diyoruz izleyicilere. Amacımız evrende var olmak. Yaptıklarımız, yetiştirdiğimiz insanlar kalacak. Diyarbakır’da, Siirt’te bile bizim belki yönlendirmemizle -eğitmemizle demiyorum- sualtı dünyasını keşfeden bir arkadaşımız şimdi Filipinler’de Türkiye Sualtı Federasyonu adına çalışıyor. Aynı zamanda ciddi bir sualtı fotoğrafçısı olup dünya çapında fotoğraflar çekiyor. Denizi olmayan bir yerden bile denizleri keşfeden kâşifler çıkarabiliriz bu bakışla, diye düşünüyoruz.

Çok uzun zamandır bu işlerin içindesiniz ve fiziki olarak da sürekli hareket gerektiren bir tempoda yaşıyorsunuz, “tatmin” duygusunun tanımı nedir sizin için?
Şu anda muhteşem tatminim, bu işler için sabah 5’te kalkabildiğime göre tatmin oluyorum. Asıl tatminsizliğimin sebebi, bu toplumun, bu kadar çok kendini bilmezin, toplumu yönlendiriyor olması. Bu kadar beceriksiz, korkak insanın, toplumun belirleyici konumunda olmasını kaldıramıyorum.

İşinizin en zor yanları sizce nedir?
Normal televizyonların bütçesinin yüzde biriyle yapıyoruz projelerimizi. Bir yılda yapılması gereken araştırmaların bir haftada yapılması gerekebiliyor. Çekimlerde fiziki olarak kırk kişinin taşıyacağı yükü iki kişi taşımak zorunda kalıyor. Bunu kurumlar da, sistem de, izleyen de anlamıyor, görmüyor tabii. Ancak işin uzmanları anlıyor. Aldığımız HotBird ödülleri bu yüzden çok değerli. İZTV’ye bakıp, kendine özgü formatlarıyla, çok komik bütçelerle bu kadar çok ve kaliteli programlar çıktığını görerek, bu ödüllere layık gördüler, çok gurur verici bizim için. 

Yeni gittiğiniz bir yerin en çok hangi yanları sizde merak uyandırır?
Yeni diye bir şey bilmiyorum, çünkü her yere gitmeden önce bir dejavum olduğuna inanıyorum. “Daha önce o yerin izleri bende vardı” diye düşünüyorum. Kendimi tamamen bir yerli gibi hissetmiyorum. Her şeyin içinde olmak güzel, her şeyin içindeki sana ait parçayı bulmak güzel.

Avrupa Birliği’nin de desteğiyle üniversite öğrencileriyle birlikte Avrupa’yı gezdiniz, BUMED üyelerinden bu tip aktivitelere katkıda bulunmak isteyenler olabilir, proje hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Herkesin kafasında bir Avrupa, bir İstanbul, bir Amerika var. Türkiye’nin birçok yerinde “Bu evden çıksam, İstanbul’a gitsem, bir Avrupa’ya gitsem, bir o yarışmaya girsem, bir beyaz atlı gelse hayatım değişir” diyen, hayatının değişimini buna bağlayan milyonlarca insan var. Biz onlara bu değişimin öyle değil de böyle olabileceğini göstermek için yaptık. Avrupa şu anda belirli bir kesim için araç, ama bunu amaç gibi görenler de yaygın, özellikle gençler arasında. Biz geziye katılacak gençleri, bir kompozisyon yarışmasıyla belirledik. Kendini en iyi ifade eden yirmi dört genci seçtik. Örneğin Iğdır’lı bir genç, ideali olan sarışın mavi gözlü bayanın İsveç’li olabileceğini düşünmüş, bütün İsveç’e gitme nedeni o.  Antepli anarşist bir üniversite öğrencisi, “Ben sinemacıyım tüm sol yayınları okudum, kendimi Godard gibi görüyorum, bir yurtdışına gitsem keşfedilirim” diyordu. “Bana bir fırsat verilse” diyenlere “al sana fırsat!” imkânı sağlamaya çalıştık. Ama “fırsat”ı iyi tanımlamak gerek, insanların öncelikle kendini tanıması, bilmesi gerek. Hedefi çok uzak tutmak yerine kendini tanıman lazım, özgül ağırlığını bilmen lazım, kendini tanımadan “bir kurtulsam”, “bir gitsem” olmuyor. Bizim derdimiz, gençleri TV’de ekranda onun bunun söylediği şırınga edilmiş hayallerden, biraz daha ayakları yere basar hale getirmek, yer çekiminin var olduğunu söylemek onlara. Ama bizde yerçekimi yok, her yerde takla atabilirsin.

Diyarbakır’daki arıcılarla ilgili projenizden bahseder misiniz?
Geçen sene bitirdiğimiz bir konu vardı, “İstanbul’un Saklı Kovanları” diye kitap ve belgesel hazırladık, belgesel İZTV’de yayınlandı. Şimdi Türkiye’nin arıcılarının belgeselini yapıyoruz, farklı arıcılarla biraraya geliyoruz. Türkiye’de arıcılık halen evrensel nitelikte yapılmıyor malesef. Fransa’da bir kovandan 35 litre bal alınırken, burada 8 litre bal alınabiliyor. Bu çalışmayla, Türkiye’de hem arıcılığın gelişimine katkıda bulunmayı ve bilinirliğini artırmayıı, hem de arıcılığın önemli bir meslek olduğunu anlatmak istiyoruz.

Bugüne kadar görmediğiniz ve en merak ettiğiniz yer neresidir?
Kuzey Kore var, onun dışında merak ettiğim coğrafya kalmadı. Hep benzer yakın coğrafyalarda bulundum her yere gitmediysem de, Gabon’a, Kamerun’a gitmedim ama Nijerya’ya gittim örneğin. Yanıbaşındaki ülkeye gittiğinde, doku, flora, gördüğün insan davranışları aynı ya da çok benzer olabiliyor. Eskimoları gördüm örneğin, çok etkilendim onlardan.

Gezmek için çok büyük paralar gerektiğine inanıyor musunuz?
Gerek yok, bir yeteneğin varsa geziyorsun zaten. “Ben sıcak hava baloncusuyum” diyorsun, dünyayı geziyorsun. “Ben sörfçüyüm” diyorsun seni bambaşka ülkelere götürüyor. Bir şeyi iyi yapman, tam yapman lazım. Bu hobi de olabilir, meslek de olabilir. Hobi olarak başladığın, sevdiğin ve çok iyi yaptığın bir aktivite olması lazım.

Kızınızın okulunda verdiğiniz dersten biraz bahseder misiniz?
Ders veriyorum dersem biraz ukalalık olur aslında; anlayacakları dilden gezginliği, merakı anlatmaya çalışıyorum dünya örnekleriyle. 5-6 yaş grubu çocuklara Marco Polo’yu, onun İstanbul’da geçen çocukluğunu anlattım. Marco Polo’nun da en etkilendiği olaylar, özellikle amcasının seyahatlerine ilişkin anlattığı öykülermiş. Bizler, Evliya Çelebi’yi bile malesef çok az biliyoruz. Örneğin Evliya Çelebi’nin bir tek balmumu heykelini Slovakya’da buldum. Eserleri o kadar kötü tercüme edilmiş ki, yazan bile tam anlamamış. Kendimizi bilmemiz ve sonraki nesillere anlatmamız, aktarmamız önemli. Kaz çobanı da olsanız, çocuğunuza kazın ne olduğunu anlatmak önemli, çobanlığın ne kadar güzel bir meslek olduğunu anlatmak, sevdirmek, ona çoban öyküleri anlatmak önemli.

Halen üniversiteye devam eden öğrencilere kendilerini keşfetmeleri için bir öğüdünüz olsaydı ne derdiniz?
Önce, hangi şehirde yaşıyorlarsa, ellerine bir kitap alıp o şehri yürüyerek tanımalarını söylerdim. Sonra, kökenlerinin geldiği bölgelere gitmelerini önerirdim. Temel eğitimi aldıktan sonra, en sevdiğinden destek alıp sadece bir gidiş bileti alsın, çalışa çalışa dünyayı dolaşsın, en güzeli o... Bunun için de, o öğrencilik döneminde çalışkanlığı, derslerine verdiği önemin yanı sıra, bir özelliğinin olması lazım. Mesela kızım arp çalmaya meraklı, ileride bir arpist olmayacaktır. Ama babası biraz gastronomi meraklısıydı, üç kere işsiz kaldığında yemek yaparak geçindi. İki sene önce de sorunlar yaşadığımızda yemek kitabı yazdık, yemek workshopları yaptık. O da belki metroda arp çalacaktır bir gün.

31 Mayıs 2013 Cuma

Oslo, 31 Ağustos (Yayınlanan Yazılar)


DIGITURK Dergi,  Haziran 13

Norveçli genç yönetmen Joachim Trier, 2006 yapımı “Reprise”dan altı yıl sonra ikinci uzun metraj filmi olan “Oslo, 31 Ağustos” ile karşımızda. “Reprise” ile İstanbul Film Festvali’nden Altın Lale alan yönetmenin, bu filmi de Altın Lale için yarıştı. “Oslo, 31 Ağustos”, Pierre Drieu La Rochelle’in 1931’de yazdığı bir romandan uyarlanmış.

Film, uyuşturucu bağımlısı bir adamın, tedavi sürecini, tedavi öncesi ve sonrası muhtemel yaşamını gözden geçirmesini anlatıyor. Anders Danielsen Lie tarafından canlandırılan “Anders” karakteri için intihar, dilinde ve eyleminde zaman zaman yeniden canlanan bir olgu. Asıl mesleği doktorluk olan Danielsen Lie,  “Anders” karakterinde oldukça başarılı bir performans sergilemiş, karakterin git gellerini, değişen ruh hallerini, hüznünü, umutsuzluğunu ve kırılgan sevinçlerini ve tüm bu duygular arasındaki geçişleri son derece gerçekçi canlandırmış.

Otuzlu yaşlarının ortasındaki uyuşturucu bağımlısı Anders, yaklaşık bir senedir bir rehabilitasyon merkezinde tedavi görüyor. Tedavi sürecinin tamamlanmasına iki hafta kala, bundan sonraki hayatına da hazırlık olması için, merkez tarafından ayarlanan bir iş görüşmesine gitmek üzere Oslo’ya hareket ediyor. 30 Ağustos’u 31 Ağustos’a bağlayan gün ve geceyi, büyüdüğü şehir Oslo’da, uyuşturucu bağımlılığı hayatını çekilmez hale getirmeden önceki zamanlarını, sevinçlerini, arzularını ve üzüntülerini parça parça anımsayarak geçiriyor.

İş görüşmesi öncesi yakın arkadaşı Thomas’ı (Hans Olav Brenner) ziyaret ediyor. Thomas uyuşturucu günlerini geride bırakmış, evli iki çocuk babası bir akademisyen. Küçük kızına Anders’i “babanla Anders amcan eskiden uyuşturucu partilerine giderdi, ama artık baban seninle ve annenle burada ve bu halinden çok mutlu” diyerek tanıştırıyor. Thomas Anders’e bir yandan hayatın, yaşamanın ne kadar güzel olduğunu anlatmaya, göstermeye çalışırken, bir yandan da kendi hayatının tekdüzeliğini ve sıkıcılığını fark ediyor. İntihar, alternatifler daha iyi, daha tatmin edici olmadıkça masada hep yer alması gereken bir alternatif mi yoksa her zaman her şey daha iyiye güzele çıkabilir mi konusunda emin olamadan, Anders’i intihar fikrinden uzaklaştırmaya çalışıyor.

Anders, NewYork’a taşınan eski sevgilisine ulaşabilmeye çalışıyor, kız kardeşini görebilmeyi deniyor. Eski arkadaşlarını, eski arkadaşlarının yeni arkadaşlarını görüyor. Alkol ve uyuşturucudan uzak durmaya çalışırken, partiden partiye uzanan gece boyunca, kendine hakim olmakta zorlanıyor. Anders’in iç konuşmalarına çok şahit olmasak da, “temiz” bir hayata devam etmek ya da yeniden başlamakla, çıkışsız bir yolcuğu sona erdirmek arasında yaşadığı gelgitleri takip edebiliyoruz. Anders film boyunca, hayatına bir anlam, devam edebilmek için bir amaç arıyor kendine. NewYork’taki arkadaşına ulaşamıyor, görmek istediği kardeşini göremiyor. Thomas’ın huzurlu yaşantısındaki sıkıcılık, Anders’e de iyi gelmiyor.

Beklenebilecek bir sonla biten film, Oslo ve Norveç hakkında fikir edinmek için, uyuşturucu bağımlısı intihara meyilli bir genç adamın git gellerini ve Danielsen Lie’in başarılı canlandırmasını seyretmek için güzel bir fırsat. Film, ülkesi Norveç’te oldukça beğenilmiş. 2012’de Amanda Ödülleri’nde En İyi Yönetmen ve En İyi Uyarlama ödüllerininin yanısıra; River Run Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Oyuncu, Stockholm Film Festivali’nde En İyi Sinematografi ve Bronz At ödüllleri ile Transilvanya Uluslararası Film Festivali’nde de En İyi Film ödülünü aldı.

Norveçli bir yakınınız ya da Norveç’te vakit geçirmişliğiniz var mı bilemiyorum ama birkaç noktayı buralarla karşılaştırmadan geçemeyeceğim. Norveç’te (en azından küçük bir liman kenti olan Stavanger’de) sokak kapılarını kilitlemiyorlar ki filmde de görüyoruz, Anders de kilitlemiyor. İntihar, kuzey ülkelerinde oldukça yaygın. Refah seviyesinin yükselmesi, yaşama sevincini gerçekten öldürüyor mu bilinmez ama kuzeylilerin intihar etmemek için çocuk yaptıkları bile söyleniyor. Norveçliler bir karşılaşma anında biz Türkler gibi, iki yanaktan öpme ya da sağdan ve soldan iki taraflı tokalaşma yerine tek taraflı olarak selamlaşıyor ki filmde de görüyoruz. Yolunuz Norveç’e düşerse, bize tuhaf gelebilecek bu durumlara dikkat etmekte, en azından hazırlıklı olmakta fayda var.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Tayland-Doğruluk Tapınağı (Yayınlanan Yazılar)


"İZTV Dünya Güncesi-Tayland" Program İçeriği (Araştırma Asistanı), Mayıs 2013


Türkçe’ye “Doğruluk Tapınağı” olarak çevrilebilecek The Sanctuary Of Truth, Tayland’ın doğusunda, kuzey Pattaya’da, Bangkok’tan 3 saatlik mesafede yer alıyor.  Okyanus kıyısında, yaklaşık 105 metre uzunluğunda ve 3200 m2 alana yerleşmiş tapınağın tamamı ahşaptan oluşuyor.

 

Tayland’daki tapınakları çoğu, halkın ya da diğer tapınakların katkılarıyla inşa edilirken; bu tapınak için en büyük maddi katkı milyarder işadamı Lek Viriyaphant’a (“Khun Lek”)  ait. Birkaç yıl önce vefat eden Lek’in, bu yapıdan önce iki önemli yapı için de oldukça yüklü paralar harcamış, kültürel miraslarına karşı son derece hassas bir Taylandlı olduğu biliniyor. Lek, bundan önce de; Tayland’ın zengin mimari geçmişini yansıtan,  Bangkok’taki Antik Şehir (Muang Boran) ve üç başlı mitolojik fil Erawan şeklindeki “Erawan Sanat Müzesi”nin inşasını da finanse etmiş.

 

Yapımına 1981’de başlanan tapınakta halen 250 kadar ahşap ustası titiz çalışmalarla iç alandaki detayları tamamlamaya çalışıyor, 2025 yılında tapınağın tamamen bitmesi planlanıyor.

 

Tapınak civarında yapılabilecek birçok farklı aktivite de bulunuyor. Bir filin üzerinde tapınağın etrafında dolaşmak, makul fiyatlı ve güzel bir deniz mahsülleri restoranında yemek yemek, ATV’ye ya da ata binmek, ya da yunus gösterileri izlemek mümkün. Civarda, orjinal ahşap biblolar bulunabilecek hediyelik eşya dükkanları da yer alıyor.

 

Doğruluk Tapınağı, Soğuk Savaş’a, “modern teknolojiyi dünyayı bozmak ve kirletmek için kullanan egoist insan”a karşı bir cevap olarak inşa edilmiş. Tapınağın felsefesine göre;  insanların çoğu,  güzel ahlak, içsel mutluluk gibi kavramlardan uzaklaşıp, doğayı kontrol etme çabalarıyla bencil  yaratıklar haline dönüşmüş durumda. Birbirlerini savaşlar ve ekonomik yaptırımlarla yok etmeye çalışıyor ve tüm çabalarını bu dünyadaki mutluluk için harcayıp, ölümden sonraki hayatı yok sayıyorlar. Böyle bir dönemde bu tapınak “insan medeniyetinin dini ve felsefik doğrudan beslendiğine inananların tapınağı” olarak tanımlanıyor.

 

Tapınaktaki ahşap dekorasyon;  Antik çağ felsefesi ve dünya görüşünü kültür ve sanatla yansıtabilmek için kullanılmış. Bu kompleks içinde ziyaretçiler; Antik yaşam, insana düşen ödev ve sorumluluklar, temel düşünce, yaşam döngüsü, evrenle yaşamsal ilişki ve yaşamın anlamına ilişkin birçok şey öğrenebilir. Tapınak; cennet, dünya, insanlık için yaşamın anlamı üzerine sorular sormakta, birçok bilgenin öğretilerinden kesitler içermekte ve insanlık için ebedi huzuru yaratmaya çalışmaktadır.

 

Bu yapı, insanın evrende bir toz zerreciği olduğunu ve zamanı geldiğinde tekrar evrenin bir parçası haline geleceğini anlatır. Fiziksel yaratıklar zamanla bozulur, yok olur; ama iyilik ve doğruluk asla yok olmaz. Materyalist mutluluk, fiziksel ve dışsal keyiflerin bir sonucudur. Gerçek mutluluk ise, içsel ve ruhani huzurla gelir. İdealler insan hayatını anlamlı kılar ve tüm insanlar ideal dünya düzenine ulaşmak ister.

 

Tapınağın içinde yedi yaratıcının ahşap heykelleri yer alıyor: Cennet, Dünya, Baba, Anne, Ay, Güneş ve Yıldızlar.

Tapınağın tepesinde, doğu felsefesine göre ideal dünyaya ulaşmayı sağlayacak dört tanrısal varlığa ilişkin yontular yer alıyor. Bir lotus çiçeğini tutmakta olan ilk yontu, dinin  ve dünyanın oluşumunu sembolize ediyor. Bir çocuk ve bir yaşlıyı tutan ikincisi, insanlara bahşedilen hayatı simgeliyor. Elinde bir kitap tutmakta olan üçüncü figür, ebedi felsefenin sürekliliğini ve bir güvercini tutan dördüncüsü ise barışı simgeliyor.

 

Devasa yapı; Brahma, Buddha,Shiva, Vishnu gibi birçok Buda ve Hindu motifleri ve işlemelerle incelikle bezenmiş.

 

Tapınak giriş kapılarına “Gopura” deniliyor. Doğruluk Tapınağı’nda dört Gopura yer alıyor. Her birine; Hinduizm ve Budizm dinlerine ve Kamboçya, Çin, Hindistan ve Tayland mitolojisine ilişkin desenler, hikayeler işlenmiş. Tapınağın iç kısmı; bir masalı andıran kıvrımlı merdivenler, yüksek tavanlar ve çeşitli temalar için ayrılmış birçok bölümle oldukça oldukça katmanlı, gezmesi, seyretmesi oldukça keyifli şekilde tasarlanmış.

Singapur-Sentosa Adası


2006 yılında 5 milyondan fazla kişinin ziyaret ettiği Sentosa, Singapur’un meşhur adalarından birisidir. 5 km2 civarında alana yayılmış ada, Singapur’un yaklaşık yarım kilometre uzağındadır. Yaklaşık %70’si yağmur ormanlarından oluşan ada, Singapur’un dördüncü büyük adasıdır.
Adanın eski adlarından birisi “Ölü Ada/Ölümün Ardı” anlamındaki Pulau Belakang Mati’dir. Bu ismi, yoğun korsan istilaları sebebiyle aldığı belirtilmektedir. “Sentosa” ise Malay dilinde “sakinlik, sükûnet” (peace and tranquility) anlamına geliyor. Adaya bu isim 1972’de Singapur Turizm Teşvik Kurulu (Singapore Tourist Promotion Board) tarafından verilmiştir. Bu tarihten sonra, adayı turizm ve aktivite merkezi haline getirebilmek için ciddi adımlar atılmış, Universal Stüdyoları gibi birçok tesis ve ulaşım aracı inşa edilmiştir.
Adada ana ulaşım Sentosa Express adlı tek raylı tren (monorail) ve 1974’te inşa edilen teleferik ile sağlanmaktadır. Yaklaşık 96 metre yüksekliğindeki Faber Dağı’ndan başlayan teleferik yolculuğu, yaklaşık 25 dakika sürüyor ve limanın üzerinden de geçerek son derece keyifli bir seyir imkânı tanımaktadır. Adada 1998 yılına kadar, hususi arabaların kullanımına izin verilmemiştir.
Yaklaşık 3km uzunluğundaki meşhur plajlarındaki beyaz kumun Malezya ve Endonezya’dan özel olarak getirtildiği söyleniyor. Sahilde, Singapur’un başka yerlerinde de görülen uyarı tabelaları yer alıyor: “Cankurtaran yoktur, dikkatli yüzünüz” J
Adada yer alan tahta, asma bir köprü üzerinden geçerek Asya kıtasının en güney noktasına (Southernmost Point of Continental Asia) ulaşabiliyor.
Adadaki bir başka çekim noktası olan 131 metre yüksekliğindeki Tiger Sky Tower’ın tepesinden Singapur, Endonezya ve Malezya’yı görebilmek mümkün.
50 farklı türde 15 binden fazla kelebeğin bulunduğu Kelebek Parkı ve 3binden fazla türde böceğin bulunduğu “Böcek Krallığı” da, gezilebilecek yerler arasında yer alıyor.
Adada yapılabilecek diğer aktiviteler; köpekbalıklarını ve diğer ilginç balık türlerinin görülebileceği “Su Altı Dünyası”nı (Under  Water World) veyahut yunuslarla yüzmek için lagünü ziyaret etmek ya da yılan çiftliğine uğramak olabilir.
Yaklaşık yarım saat süren ve her gece iki kez sahnelenen “Songs of the Sea” gösterisi, oldukça turistik ve popüler bir lazer ve su gösterisi. Denizin üzerinde bu gösteri dekoru için özel olarak yapılmış kulübeler ve kumsalda kaya süsü verilmiş hoperlörler bulunuyor. Youtube’da da bu gösterinin birçok videosunu bulmak mümkün.
Singapur’un ilk macera parkı olan “Megazip Park”ta, Asya’nın en uzun ve dik telleri üzerinde (zip wire), birkaç yerinizden tele bağlı olarak kayabilir, serbest uçuş simulatör’ünü deneyebilirsiniz.
Images of Singapore’da, Singapur tarihini balmumu mumyaların hikayeleriyle takip edebilirsiniz.
2010’da açılan Universal Studios Singapore, güneydoğu asya’daki ilk theme park olma özelliğini taşıyor.

Tayland- Kaplan Tapınağı (Yayınlanan Yazılar)


"İZTV Dünya Güncesi-Tayland" Program İçeriği (Araştırma Asistanı), Mayıs 2013

Kaplan Tapınağı (Wat Pa Luangta Bua Yannasampanno), Bangkok’tan birkaç saatlik uzalıkta, Kanchanaburi şehrinde, dünyaca meşhur Kwai Köprüsü yakınında yer alıyor.
1994’te inşa edilen tapınağın, Batı Tayland’da yaşayan en eski Budist okulu olduğu belirtiliyor. 1995’te 80 kg ağırlığındaki Altın Jubile Buda Heykeli’ni (Golden Jubilee Buddha Image) alan tapınakta bugün 20’den fazla yetişkin kaplan, keşişlerle birlikte yaşıyor. Keşişlerin yanısıra, Tayland yerlileri ve çeşitli ülkelerden gelen gönüllülerden oluşan bir grup insan da kaplanlarla düzenli olarak ilgileniyor.   
İlk olarak 1999’da; Tayland-Myanmar sınırındaki ormanlarda kaçak avcılar tarafından annesi vurulan hasta bir yavru kaplan tapınağa getirilmiş. Takip eden yıllarda, aynı şekilde öksüz kalmış birkaç yavru kaplan daha tapınağa ulaşmış.
Keşişler, kaplanların önceki hayatlarında Budist müridler olduklarına inanıyor. Tapınakta, kaplanların keşişlerle uyum için yaşadıkları, hatta keşişler meditasyon yaparken, kaplanların “Guru”lar gibi keşişlerin önlerinde dizleri üzerinde çökerek oturdukları söyleniyor.
Tapınaktaki baş veteriner Dr. Somchai, tapınağı gezmek isteyen turistlerle bizzat ilgileniyor, kaplanların hikayesi ve bakımı hakkında detaylı bilgiler veriyor.
Kaplanlarla yapılacak her türlü aktivite, başka birçok yerde olduğu gibi ticari aktivitelere dönüştürülmüş. Kaplanlara dokunmak, kucağınıza alıp sevmek, kaplanları beslemek, onlarla fotoğraf çektirmek için ayrı ücretler ödenmesi gerekiyor.
Tapınak girişinde, kedi ailesine mensup kaplanların ilgisi çekebilir diye, elinizdeki çanta/poşet gibi eşyaları bırakmanız rica ediliyor. Ayrıca kırmızı, sarı, turuncu gibi renklerde kıyafetler giymemeniz öneriliyor;  kaplanlarla ilgilenen gönüllüler ve keşişler bu renklerde giyindiği için, kaplanların bu renklere karşı hasass olduğu, bu renkli insanları “oyun arkadaşı” gibi gördüğü belirtiliyor.
Kaplanların son derece sakin ve uysal tavırları sebebiyle, onlara düzenli olarak sakinleştirici/uyuşturucu veriliyor olabileceği belirtiliyor. Bazı hayvan hakları savunucusu kurumlar (Wildlife Friends Foundation, Thai Society for the Prevention of Cruelty to Animals gibi), tapınaktaki kaplanlara kötü davranıldığını, bazı kaplanların hayvan tacirlerinden satın alınarak tapınağa getirildiğini, iyileşen kaplanların doğaya bırakılması gerekirken turistik ve ticari amaçlarla tapınakta tutulduğunu iddia ediyor.  Öte yandan 2009’da tapınağın “hayvanat bahçesi” olabilmek için gerekli izinleri aldığı belirtiliyor.  
Tapınağa girişte, başınıza gelebilecek her türlü can ve mal kaybı/hasarından sizin sorumlu olduğunuza dair bir belge imzalamanız bekleniyor. Bugüne kadar birkaç ziyaretçi ve gönüllü çalışanın başından kaplanlarla ilgili nahoş olaylar geçmiş. Kaplanları beslemek isteyen Taylandlı bir kadının parmaklarına birkaç dikiş atılması gerekmiş, gönüllülerden bazılarının üzerine atlayan kaplanlar yüzünden hastande uzun süre tedavi görmesi gerekenler olmuş.  Tapınak ziyareti öncesi bunları bilmekte ve hazırlıklı ve dikkatli olmakta fayda olabilir.

30 Nisan 2013 Salı

Kötü adam olmazsa: "Wreck-It Ralph" (Yayınlanan Yazılar)



DIGITURK Dergi, Mayıs 2013
Walt Disney’in yeni animasyon filmi Oyunbozan Ralph (“Wreck-ıt Ralph”), atari oyun kahramanları arasında geçen son derece eğlenceli bir yapım. Baş kahramanlarımız ise “kötü adam” Ralph, “süper tamirci” Felix ve “süper rallici” Vanellope.
Walt Disney, video oyunu karakterlerinden oluşan bir animasyon yapmaya 1980’lerde “High Score” adlı bir projeyle başlamış, film 1990’larda “Joe Jump” adlı başka bir projeye evrilmiş, en sonunda “Wreck-It Ralph” olarak 2012’de tamamlanmış.
Kahramanlarımız “Tamir-Et Felix” atari oyunu içinde yaşıyor. Ralph binaların camlarını kırıyor, Felix ise sihirli çekici ile hepsini tamir ediyor. Tüm camlar tamir olduğunda oyun tamamlanıyor. Felix ve diğer bina sakinleri neşe içinde Ralph’i çatıdan atıyor, Felix’in kazandığı altın madalya ile çatıda zafer kutlanıyor.
Tüm oyun kahramanları için, her sabah atari salonu açılışıyla başlayan mesai, akşam çocukların dükkânı terk etmesiyle sona eriyor. Mesaiden sonra herkes evlerine gidiyor. Felix ve diğer sakinler dairelerine, Ralph ise bahçedeki çöplüğüne geçiyor. Ralph bazı akşamlar, barmenli oyunda iki tek atıyor. Oradan “kötü adam”ların rehabilitasyon seanslarına katılıyor.
Oyunun 30.yılında durum Ralph’in canına tak ediyor. “Artık ben de bir kahraman olmak istiyorum!” diyor. “Sadece iyi karakterler kahraman olup altın madalya kazanabilir Ralph, sen asla olamazsın” diyor Felix’in tüm arkadaşları. Altın madalya kazanmak uğruna, kendi oyunun terk ediyor Ralph, başka oyunlarda şansını deniyor.
Ertesi sabah atari salonu açıldığında, “Tamir-Et Felix” oynamak isteyen çocuklar, Ralph’in camları parçalamadığı bir oyunda Felix’in deli deli koşturduğu görüntü karşısında şaşalıyor. Ralph’siz bir oyun “arızalı oyun” etiketi ile kapatılıyor.  Tüm oyun ahalisi telaş içindeyken Felix, diğer yarısı olan Ralph’i aramaya koyuluyor.
Bir çocuk filmi gibi görünen bu eğlenceli animasyonda, her yaştan izleyiciye keyif verecek detaylar ve mesajlar bulmak mümkün. Hatta internette biraz gezinirseniz, filmin mesajları hakkında çok çeşitli ve detaylı yazılara rastlıyorsunuz. İyiyle kötünün, aslında birbirinden beslendiği, birbirine aynalık ettiği, aslında iyinin tek başına o kadar da iyi ve kötünün o kadar da kötü olmadığı bir dengenin içinde yaşamakta olduğumuzu fark ediyorsunuz. Rehabilitasyon seanslarında “kötü”ler birbirlerine “iyi” gelmeye çalışıyor: “Ben kötü bir adamım evet, ama bu iyi bir şey aslında. Hiçbir zaman iyi bir adam olamayacağım, ama bu kötü bir şey değil aslında…”
Filmde aralara serpiştirilmiş çok güzel detaylar var. Örneğin, kendi oyununuzda defalarca ölebilirsiniz, hemen akabinde bir canınız daha oluyor. Ama en kötüsü, başka bir oyunu içinde ölmeniz, o zaman gerçekten ölüyorsunuz, atari dünyasının korkulu rüyası bu. Bir de fişi çekilmiş, rafa kalkmış oyunlar var. Artık çocukların ilgilenmediği, oynamadığı ya da tamir edilemez hale gelmiş olanlar. O oyunların kahramanları boyunları bükük dileniyorlar “Merkez İstasyon”da.

Film için tüm ekip büyük incelikle çalışmış. Normalde, WaltDisney filmlerinde yaklaşık 40-50 karakter olurken bu filmde 150 civarı karakter yer alıyor. Filmdeki mekânlar (yani atari oyunlarının iç dekorları) için ilintili birçok yer tasarım ekibi tarafından sık sık ziyaret edilmiş.
 “Oyun Merkez İstasyonu” için NewYork Merkez Tren İstasyonu (Grand Central) ve oradaki insan trafiği -insanların nereden nereye ne sıklıkta ve yoğunlukta yürüdüğü- incelenmiş. Şekerleme rallisi “Sugar Rush” oyunu dekorları için bir fırın, çeşitli şekerleme fabrikaları ve Köln’deki Şekerleme İmalathanesi Fuarı ziyaret edilmiş. Kötü uzay yaratıklarını yok eden “Hero’s Duty” oyunundaki savaşcı kahramanlar için Amerikan futbolu profesyonelleriyle görüşülmüş. Oyundaki savaş alanı dekorları içinse güney Kaliforniya’daki Edwards Air Force Base ziyaret edilmiş.

Bu titiz çalışmanın ürünü olan filmdeki tüm mesajları, kapitalist düzendeki çalışma şartları ve yaşam mücadelesiyle birleştirip okumak, üzerine düşünmek mümkün. Katmanlanan, katmanlandıkça daha keyifli hale gelen bir animasyon olmuş Oyunbozan Ralph. Ayıracağınız bir buçuk saate değecek bir aktivite olacak.

21 Nisan 2013 Pazar

Sokakağzı'nda yaşdönümü


Hem gelin hem gelmeyin istiyorum buraya. Zaten herkesi mutlu da etmez anlatacaklarım, edecek kişilerin de hep birden değil sırayla gelmesi gerekir ki, dolup taşmasın buralar. Hepimize hizmet edecekler diye, sıra sıra yeni pansiyonlar, butik oteller inşa etmesinler; her zevke hitap edeceğiz diye barlar, diskolar, bananalar, super hiper marketler açmasınlar buraya.

Deniz ayaklarınızın dibinde, hafif bir esinti her mevsim buralarda. Sahilde, sadece dalgaları dinleyerek saatlerce oturmak mümkün. Arkanız pansiyon, çayınız, kahveniz, çok istiyorsanız biranız elinizin altında. Dallardan, baharda erikler, yazın incirler sarkıyor karşılamak için sizi.

Beldenin tek bakkalı, hemen her mevsim ve hemen her saat açık. Bira, su, sabun, çerez her şeyiniz –her şey tanımı biraz dar olsa da, 30lu yaşlarda çocuksuz çiftlerin vazgeçilmezleri bu kadarla sınırlı olsa gerek- bu bakkalda!

Doğanın sesleri dışında tam bir sessizlik hakim, sabah balıkçılara şirinlik yapıp onlarla balığa çıkabiliyorsunuz.  Horozlar edepli, saat dokuza doğru ötüyorlar, e hadi artık kalkın da biz de gerinelim şöyle güzelce diye.

Köpek ve kediler dostça, size de birbirlerine de. Yemeğini, hep hafif eğik bir baş ile yanınıza oturarak beklemeye alışmış kedi yemekte yanıbaşınızda, fark edilmeyi, sevilmeyi bekliyor.

Misal bu yazının yazıldığı anda olduğu gibi, sahilde bir bankta, deniz beş metre ilerinizde tatlı tatlı dalganırken, zamanın durduğunu hissetmeniz ve sessizliği bozan kuş seslerini içinize çekmeniz tazeliyor sizi. Tek bakkalı, tek çay bahçesi, tek balıkçı lokantası olan, arada hurdacısı, salatalıkçısı minik bir hoparlörle gelen küçücük bir kuytu burası. Belki, başkalarına tanıdık birçok başka küçük yer gibi.

İki köylü teyze ile tanıştık, köylerine bıraktık onları arabamızla. Ellialtı haneli bir köyde yaşıyorlar, çocukları civar köydeki okula gidiyor. “Hükümet” araç ayarlamış onlara, her yaştan çocuğu sabah toplayıp götürüyormuş, akşam da getiriyormuş. “Doktor var mı?” diyorum, “Salıları geliyor evet” diyorlar. "Peki acil bir şey olursa napıyorsunuz, çağırıyor musunuz?” diyorum, “Behramkale’ye gidiyoruz” diyorlar, yani “gidiyorlar”, “gelen” olmuyor acil durumlarda. “Ebe var mı peki?” diyorum, sorum sonra bana da saçma geliyor,ebe  yok, kendileri hallediyorlar.

Mesleğimizi soruyorlar bize, benim pazarlamacı eşimin yazılımcı olmasını nasıl anlatabilirim diye düşünürken, teyzeler soruyu anlamadığımı düşünerek açıklıyorlar bir kez daha “doktor musun, öğretmen misin yani?” diyorlar, “O, bilgisayarcı” diyebiliyorum halimize gülümseyerek. Pazarlamacılığımın tek anlamının beni şu an burada, bu güzel tatilin tam ortasında kılmak olduğunu ben anlıyorum da, onlara o an anlatamıyorum.

Keçeden minik çantalar satıyor yaşlı olan teyze, “Alır mısın 5 lira?” diyor, “Sizi köye bırakıyoruz ya, hediye etsen olmaz mı?” diyorum. “Şehirliyim” ya kafam çalışıyor, “kazık atamaz kimse bana, her şeyin bir karşılığı var, yok mu? Yok muydu?” diyorum herhalde. Birkaç saniye sürüyor, sonra kendime önce şaşıp sonra çok kızıyorum. “Yürümesinler ya da üç saat sonra gelecek otobüsü beklemesinler diye arabanıza almanız, o yaşında satmak zorunda olduğu çantaları sattırmıyor ki teyzeye, kazanması gereken parayı kazandırmıyor ki?” diyorum. “Ne oldun Sibel sen?” diyorum, “ne oldun on küsür yılda?” Arabadan inerlerken, çantalardan birini satın alıyorum, kendimi kendime bir parça affettiriyorum.

Zeynepcim, içeride bir yerlerde acıyınca biliyorduk yerini değil mi yüreğimizin. Sızlıyor biraz, demek yolunda her şey, değil mi...

Bu unutulmaz otuzüçüncü doğumgünümün, başından sonuna bu kadar güzel ve içten olmasını sağlayan Mert’e minnet duyuyorum. İçimizdeki güzellikleri kesiştiren, bizi birlikte yürüten talihimize şükrediyorum. İyi ki varız diyorum.