16 Ocak 2014 Perşembe

Prens ve prenseslere dair

Günlerden bir gün, renkli boya kalemleriyle bir prenses düşüverdi dünyalı ofisimize. Ben masal atölyesinde öğrendiğim hünerlerimi sergilemek için heyecanla doluyken karşılaştık kendisiyle. Öyle bir diyardan geliyormuş ki kendisi; orda hep ananeler babaanneler prenseslere uzun uzun bakarmış, saçlarını tararmış. Hatta onlara Çocuklar Gezegeni’nden masallar anlatırlarmış. Bu masalların yarısı uydurmaymış, prensesler yutmazmış; ama yine de dinlerlermiş çünkü anane babaanneler hep yeniden kurarlarmış öyküleri... Asıl güzellik zaten buradaymış. Kana kana dinlemekte, dinleye dinleye kanmakta...

Rengarenk ev resimlerine baktık birlikte önce; biri dondurmadan, biri şekerlemeden, biri ise gökyüzünde. Bir de tabi prenses, upuzun saçlı, kat kat elbiseli. Evlerin biri minicik, “Nerede yaşıyor bu prenses?” diyorum minik ressama, “orada!” diyor. Dünyalı yanım konuşuyor gürül gürül içimden, “Küçücük orası, göz var nizam var, senin elin çizmedi mi bunu, baksana prenses evin iki katı kadar,  o prenses o eve girer mi, girse elini kollunu sallayabilir mi ha, söyle?” Sonra kendimi bu şekilde saçmalarken, görüveriyorum. Öğretilmiş tüm duygularım, yargılarım, boğazıma kadar sarmış beni. Benim elime verilse kağıt kalem, anladım ki kızların ve hatta kadınların en az beş katı kadar olan, bir balkonu, iki penceresi ve yere değen bir kapısı olan, belki otoparkı olan-İstanbul’da park yeri sorun hani- gri bir apartman dairesi çizeceğim. Dondurmadan evlerim, şekerlemelerim çoktan geçmiş benim. Bir prensese inanıyorum da, onun minik mavi bir evde yaşayacağına inanmıyorum. Sonra da, nasıl yaratıcı olunur diye kitaplara bakıyorum. Ressam prensesin kaleminden utanarak susuyorum.

“Sana bir masal anlatayım mı?” diyorum, “Yeni öğrendim ve çok heycanlanırım, kimseler görmesin, sen de beğenmezsen, söyle olur mu, hemen keserim, halden anlarım, uzatmam” diyorum. “Kimseler görmesin istersen, masanın altına girelim?” diyor, “Annen gelir ama?” diyorum, “Gelmez, çünkü toplantıda o, hadi” diyor. Bir an hayal ediyorum, olur mu olur diyorum, sonra ağır basıyor dünyalı yanım. Ama prenses yine haklı, “kimseler görmesin” diyorsan bir açık ofiste, en makul yer masanın altı, ben nereye baktım halbuki, boş toplantı odalarına.  Sekiz-beş çalışan otuzüç yaşında ben ve hayal kurmak isteyen ötedeki berideki yanlarım...

“Hadi burası iyi, masada anlatıvereyim” dedim sonra, o resim yaptı ben masalımı anlattım. Masalımın sonunda bir şehzade var tencereye giriveren, sonra kızın karşısına çıkıp, onu kendine aşık eden.  Ressamı bu son kısımla tavladım, gözlerinden anladım. “Nesini beğendin en çok masalın?” dedim, “Tencerenin prensi yutmasını!” diyiverdi. Şehzade ne demek prens-prenses çağında ey acemi anlatıcı? Hele şehzadeyi ellerimle bıyık yaparak anlatmam, bu olayı duyan Keçeler Prensesi'nin bana “bıyıklı prens olur mu, naptın kızım sen?” diye çıkışması. Allahtan ressam prenses, düzeltmiş hayalinde durumu, benim kaftanlı bıyıklı şehzade, olmuş boylu poslu –kesin sarışın- bir prens. “Senin var mı sevgilin?” diyorum, en aptalca sorularımdan biri oluyor tabi altı yaşına sormak için, ama prensle büyülendiğini görünce yüz buluyorum bu saçmalık için. “Yok” diyor, “Var mıydı?” diyorum eski aşk yaralarını kurcalamak isteyen hasta ruhlu sıkı dostlar gibi, “Hayır” diyor kesin net. Prenslerin prenseslerle mutlu mesut olacağına inanıyor, ama şimdilik masal onlar, dinlediğin ve istediğin ve inandığın zaman oradalar, sair zamanda gökyüzündeki şekerleme evde rüyadalar. Zaten öyle kalsınlar, sonra aşk olacak, acı olacak, özlem olacak, pişmanlık olacak, olacak da olacak...

Sonra giyinme odasına gidiyoruz birlikte, kostüm filan değiştireceğiz herhalde, bir odada yalnız kaldığımızı farkedince parıldayan gözlerle bana dönüyor; “Hadi masalını bir daha anlat bana!”. Şaşkınım çok, “Sen ciddi misin?” diyorum, yok tam böyle demiyorum, yani dememiş olsam gerek yine bir altı yaşına. Sevinç, heyecan ve coşku doluyorum, ressamın gözlerine kilitliyorum gözlerimi, onaylanma hissini kaybetmemek için. Masalı anlatıyorum en başından keyifle, Nazlı’dan öğrendiğim üçlemeler sık sık benimle.

“Dur” diyor ressam “ebe ne demek?”, masala ikinci tur dönüyorum ve kahramanlarımdan biri olan ebe hiç anlaşılmamış. Demek ki çok hızlı anlatıyorum, ama bir ebeyi yıl ikibinondört iken altı yaşında bir kıza nasıl anlatabilirim? Yeterince saçmaladıktan ve bir dolu el kol hareketinden sonra, “doktor, evet doktormuş” diyorum.

Prensli kısma geliyoruz sonra, tabi ki tencereden çok daha bir prens olarak çıkıyor masalımın sonunda. Mutlu son hepimizi mest ediyor tekrar. Ve ben, beni yirmi küsür yıl geri götüren, on yüz bin kilometre uzağa, sekiz-beş düzlemimin dışına çıkaran bu deneyime minnet ediyorum. Bir yanımızın, bir yerlerimizin ölene kadar çocuk kalabilmesini diliyorum...


14 Ocak 2014 Salı

Masal anlatmasını anlatan Nazlı’ya şükran...


Galata’da, yüksek tavanlı, ahşap zeminli bir binada, en başta adına vurulduğum bir atölyeye katıldım. Aydınlık yüzlü on küsür insan; görünen cüssesinden çok daha büyük ve ışıklı bir kadının ağzından, ellerinden ve gözlerinden dökülecek büyüye, duaya gelmiş idi.

Kimimiz yanında aşk getirmişti atölyeye, kimimiz uzak derelerden su, kimi doğal ürünlerden yapılma oyuncak. Biri masal battaniyesini kapmıştı, bir başkası kekik kokusunu, ötekisi ise balonunu ve coşkusunu. Ben ise en güzel hediyem süslü defterimi. Hayal edebildiğimiz kadardı çünkü evren, her şey ama her şey ona “ol” dememizle oluveriyordu ve bunu görebilmemiz için, büyüyü aralayacak bir kadına çıkmıştı yolumuz.

Masal anlatmayı anlattı bize kadın. Bir hikayeyi  tamamen yeniden kurmayı, onun ruhuna kendi ruhundan üflemeyi anlattı. Her defasında, her performansta nasıl yeniden doğduğunu, doğurduğunu gösterdi. Bildiğini sandığı her rüyanın; sahnede dinleyenle, masalla ve anlatıcıyla nasıl da yeniden yazıldığını anlattı.

Yere sağlam basmasını bilirsek tüm bedenimizle ve yüreğimizle; bir ağacın kökleri gibi evrendeki enerjiyi nasıl içimize çekebileceğimizi anlattı. Hikayeyi yaşamanın, damar damar hissetmenin biricik yolunun ona inanmak olduğunu, onun içinde kendini bulmak, onunla kaybolmak demek olduğunu anlattı.

Çocukların, kaybolmayı nasıl da güzel, hesapsız ve katıksız yaptığından bahsetti masallarda. Mor denizlerin, konuşan tavşanların, yürüyen tencerelerin, nohut çocukların ve üfürükçü rüzgarların ancak ve ancak onlara yüreğiyle inananlara görünebilecek katmanlarından bahsetti. Bir Nazi kampında yaşanan, kırılan dökülen onca şeye rağmen, hayal kurmasını bildiği ve sonuna kadar hayal kurduğu için hayatta kalabilen adamın hikayesini anlattı.

Masalcıları durdurdu sonra, “Şimdi dur, kahraman ne hissediyor, onu anlat” dedi. Psikoterapistlerin en sevdiği soru “tam orada dur, ne hissediyorsun”... Donakalma anı, ne mi hissediyorum, anlatıyorum ya, hayır ne olduğunu anlatıyorsun, ne hissettiğinden bahsetmiyorsun. Zihnimiz hep bir film sahnesi çünkü, izlediğimiz kareleri anlatıyoruz, kendimize dokundurmadan, aslında ne hissediyoruzu deşmeye cesaret edemeden.

Ama masalının ta içindesin ey anlatıcı, kahramanın hislerini dillendirmek, onları görebilmek, anlayabilmek mükellefiyetindesin. Bunu hakkıyla yapmasını öğreneceksin ki, o kırmızı rüya saçlı kadın gibi anlatabilesin bir sincabın öyküsünü, ve rüzgarı üfüren çift dilli kadın gibi devleşebilesin sahnede, ya da bir tavşan ürkekliğiyle başkalaşan dalgalı saçlı masalcı gibi dönüşebilesin, veyahut coştuğunda bağıra bağıra şarkılar söyleyen adam gibi, ana koyun, kurban koyun ve kötü kalpli bir kurt olabilesin on dakika içinde.

Minik bir topla ve cevizle dans ettik üstüne. Her şeyin ne de güzel oyunlaşabileceğini, hayatın özünün koca bir oyun olduğunu gördük. Dans ederken, şekilden şekle giren bedenimize baktık. Görün onu, dedi Nazlı. Tanıyın, neler yapıyor izleyin ve kendinizi keşfedin, bu mucizeye izin verin, dedi. Bildiğimiz, getirdiğimiz, sarındığımız her şeyi içimizde bir köşeye koyup; bir kedi, bir fare ve bir fil nasıl olunur, onu öğretti bize.

Çember olup öyküler anlattık birbirimize, durmadan, hep kaldığımız yerden devam ederek, her defasında yeniden doğarak ve doğurarak. “...nohut çocuk gülümsedi” misal aniden, ya da “...korkuluğa bir şaplak attı tavşan...” ya da “...masal bu ya, bir sucuk parçası geldi yapıştı kocanın yüzüne...” ve evet “...ah o tencere, tıkır tıkır yürüye yürüye bitiremedi yolları”.

Gözlerin nasıl parladığını, seslerin nasıl gürleştiğini gördüm masalcılarda. Yeni bir dünyayı araladıklarını gördüm. Boyları küçüldü, ardlarındaki memleket devleşti gözümde;  kocaman bir çayırın ortasında, dalları gökte kaybolan ağaçların ve rengarenk kelebeklerin arasında buluşup, bir parça bal çaldılar ağzımıza, bir nefes üflediler oralardan yüreğimize.

Tüm bu mucizeler için, bizi bu rüyada buluşturduğun için, bana bu yazıyı yazdırdığın için sevgi, minnet, şükran sana Nazlı...