Galata’da, yüksek tavanlı, ahşap zeminli bir binada, en başta adına vurulduğum bir atölyeye katıldım. Aydınlık yüzlü on küsür insan; görünen cüssesinden çok daha büyük ve ışıklı bir kadının ağzından, ellerinden ve gözlerinden dökülecek büyüye, duaya gelmiş idi.
Kimimiz yanında aşk getirmişti
atölyeye, kimimiz uzak derelerden su, kimi doğal ürünlerden yapılma oyuncak. Biri
masal battaniyesini kapmıştı, bir başkası kekik kokusunu, ötekisi ise balonunu
ve coşkusunu. Ben ise en güzel hediyem süslü defterimi. Hayal edebildiğimiz kadardı çünkü evren, her şey ama her şey ona “ol”
dememizle oluveriyordu ve bunu görebilmemiz için, büyüyü aralayacak bir kadına
çıkmıştı yolumuz.
Masal anlatmayı anlattı bize
kadın. Bir hikayeyi tamamen yeniden
kurmayı, onun ruhuna kendi ruhundan üflemeyi anlattı. Her defasında, her
performansta nasıl yeniden doğduğunu, doğurduğunu gösterdi. Bildiğini sandığı her
rüyanın; sahnede dinleyenle, masalla ve anlatıcıyla nasıl da yeniden
yazıldığını anlattı.
Yere sağlam basmasını bilirsek
tüm bedenimizle ve yüreğimizle; bir ağacın kökleri gibi evrendeki enerjiyi
nasıl içimize çekebileceğimizi anlattı. Hikayeyi yaşamanın, damar damar
hissetmenin biricik yolunun ona inanmak olduğunu, onun içinde kendini bulmak, onunla
kaybolmak demek olduğunu anlattı.
Çocukların, kaybolmayı nasıl da
güzel, hesapsız ve katıksız yaptığından bahsetti masallarda. Mor denizlerin, konuşan
tavşanların, yürüyen tencerelerin, nohut çocukların ve üfürükçü rüzgarların
ancak ve ancak onlara yüreğiyle inananlara görünebilecek katmanlarından bahsetti.
Bir Nazi kampında yaşanan, kırılan dökülen onca şeye rağmen, hayal kurmasını
bildiği ve sonuna kadar hayal kurduğu için hayatta kalabilen adamın hikayesini
anlattı.
Masalcıları durdurdu sonra, “Şimdi
dur, kahraman ne hissediyor, onu anlat” dedi. Psikoterapistlerin en sevdiği
soru “tam orada dur, ne hissediyorsun”... Donakalma anı, ne mi hissediyorum,
anlatıyorum ya, hayır ne olduğunu anlatıyorsun, ne hissettiğinden
bahsetmiyorsun. Zihnimiz hep bir film sahnesi çünkü, izlediğimiz kareleri
anlatıyoruz, kendimize dokundurmadan, aslında ne hissediyoruzu deşmeye cesaret
edemeden.
Ama masalının ta içindesin ey anlatıcı, kahramanın hislerini dillendirmek, onları görebilmek, anlayabilmek mükellefiyetindesin. Bunu hakkıyla yapmasını öğreneceksin ki, o kırmızı rüya saçlı kadın gibi anlatabilesin bir sincabın öyküsünü, ve rüzgarı üfüren çift dilli kadın gibi devleşebilesin sahnede, ya da bir tavşan ürkekliğiyle başkalaşan dalgalı saçlı masalcı gibi dönüşebilesin, veyahut coştuğunda bağıra bağıra şarkılar söyleyen adam gibi, ana koyun, kurban koyun ve kötü kalpli bir kurt olabilesin on dakika içinde.
Ama masalının ta içindesin ey anlatıcı, kahramanın hislerini dillendirmek, onları görebilmek, anlayabilmek mükellefiyetindesin. Bunu hakkıyla yapmasını öğreneceksin ki, o kırmızı rüya saçlı kadın gibi anlatabilesin bir sincabın öyküsünü, ve rüzgarı üfüren çift dilli kadın gibi devleşebilesin sahnede, ya da bir tavşan ürkekliğiyle başkalaşan dalgalı saçlı masalcı gibi dönüşebilesin, veyahut coştuğunda bağıra bağıra şarkılar söyleyen adam gibi, ana koyun, kurban koyun ve kötü kalpli bir kurt olabilesin on dakika içinde.
Minik bir topla ve cevizle dans
ettik üstüne. Her şeyin ne de güzel oyunlaşabileceğini, hayatın özünün koca bir
oyun olduğunu gördük. Dans ederken, şekilden şekle giren bedenimize baktık. Görün
onu, dedi Nazlı. Tanıyın, neler yapıyor izleyin ve kendinizi keşfedin, bu
mucizeye izin verin, dedi. Bildiğimiz, getirdiğimiz,
sarındığımız her şeyi içimizde bir köşeye koyup; bir kedi, bir fare ve bir
fil nasıl olunur, onu öğretti bize.
Çember olup öyküler anlattık
birbirimize, durmadan, hep kaldığımız yerden devam ederek, her defasında yeniden
doğarak ve doğurarak. “...nohut çocuk gülümsedi” misal aniden, ya da “...korkuluğa
bir şaplak attı tavşan...” ya da “...masal bu ya, bir sucuk parçası geldi yapıştı
kocanın yüzüne...” ve evet “...ah o tencere, tıkır tıkır yürüye yürüye
bitiremedi yolları”.
Gözlerin nasıl parladığını,
seslerin nasıl gürleştiğini gördüm masalcılarda. Yeni bir dünyayı
araladıklarını gördüm. Boyları küçüldü, ardlarındaki memleket devleşti gözümde; kocaman bir çayırın ortasında, dalları gökte kaybolan ağaçların ve rengarenk kelebeklerin arasında buluşup, bir parça bal
çaldılar ağzımıza, bir nefes üflediler oralardan yüreğimize.
Tüm bu mucizeler için, bizi bu
rüyada buluşturduğun için, bana bu yazıyı yazdırdığın için sevgi, minnet,
şükran sana Nazlı...
1 yorum:
Nasıl duygulanfim okurken anlatamam. Bana ne yapıyorsun deselerdi, ben bile bu kadar iyi anlatamazdim yaptıklarımizi. Ben de seninle karsilastigim icin kendimi sansli hissediyorum. Kalbine ve kalemine sağlık sevgili Sibel :)
Yorum Gönder