30 Kasım 2012 Cuma

Gadjo Dilo'nun Son Sahnesi



Yaşam, çoğu zaman nereli olduğunuzla ya da ne olduğunuzla değil; nereli hissettiğinizle ve ne hissettiğinizle ilintilidir, arzulara düşüncelere paralel yaşanır. Öyle olunması icap eder, bunun önüne geçilemez, geçilmesi tavsiye edilmez. Eğer bu yönde direniş gösterilirse; iç tıkanır, boğulur, içeride bir çocuk uzun uzun ağlar. Ölmediği gibi, sesini de kesmez, bir ömür boyu sesi kulaklarınızda, arzularınıza gem vurduğunuz, o çocuğu dinlemediğiniz, onun gidelim dediği yere gitmediğiniz, onu iyi edemediğiniz için size ağıt yakar, onu ölümüne sürüklediğiniz için.

Stéphane, babasının içine işleyen bir çingene şarkısı, belki de acılı bir aşk hikayesi ardından, Romanya’yı dolaşır Fransa’dan kalkıp. Neleri ardında bıraktığını bilmeyiz, sadece kararlı olduğunu biliriz, uzun zamandır bu yolda olduğunu, duyduğu bir sese, belki de sırf babası aşık olduğu için tutkuyla olduğunu biliriz, onun ardından yollara düştüğünü biliriz.

Dilini bilmediği çingenelerin duruluğuna, içten gelişlerine, üzüntülerine, sevinçlerine, heyecanlarına ortak olduğunu görürüz. Dünyaya onların durduğu yerden bakmaya başladığını görürürüz, kendini “yabancI” hissetmediğini görmeye başlarız, çok temel bir noktada bile anlaşamazken, aynı dili konuşamazken; yüzlere, seslere, davranışlara yansıyan içten gelişte, samimiyette buluşurlar.

Ölülerin ardından gözyaşlarıyla çalınan şarkılarla, göbek atılan şarkılar aynıdır bunu biliriz “Düğün ve Cenaze” benzeri albümlerden de. Önemli olan ne olduğu değil, ne hissedildiğidir çünkü, en çok bu yanını severiz “çingene” olmanın, “doğal” olmanın, “içten gelen bir dosdoğruluk” olmanın illa bir yanını seveceksek. Bu ağaçla ağaç, taşla taş olabilme halini severiz.

Babası gibi kasetler toplar Stéphane çingene köylerinde; yıllarca anıdan, yaşanmışlıktan süzülen türküler toplar titizlikle, köylerin, şarkıcıların, çalgıcıların öykülerini tutar. Babasından kalan kasette yoktur öyküsü şarkıcının, çalgıcının, şarkının. Kendi kasetlerinde yer vermeye çalışır tüm bu bilgilere, kasetleri bir gün bulacak dinleyecek ve kasetlerdeki yanık sese, acıya, neşeye ya da her ne hissedecekse dinleyen ona vurulup yollara düşeceğini bilerek, kendisi kadar zorlanmadan ulaşmasını ister şarkıcıya. Kendisi için ve kendinden sonra gelecekler için kaydeder, arşivler şarkıları.

Çingene köyü yakılır, bir bardak suda kopar fırtına. Ötekileşir aradaki tüm mesafeler, çingene olmakla çingene olmamak bir bardak suda kopartır fırtınayı. Haklı haksız aranmaz kavgada. Tüm köy yakılır. Köylüler ölür. Şarkıları, türküleri toplanmış, toplanmamış köylüler ölür. Köy o kadar derme çatmadır ki böylesi bir yıkım, böylesi bir ölüm bekleniyor, tahmin ediliyor, öngörülüyor gibidir.

Hayatın bu kadar pamuk ipliğine bağlı olması, bağlı yaşanması belki de bu kadar çoşkun yapandır her şeyi. Her anın tadı o yüzden bunca güzel çıkarılıyordur, herkes aynı anda aynı çoşkuyu, aynı hüznü bundan bu kadar kolay, bu kadar içten, bu kadar arzuyla duyuyordur. Bu kenetleniş, bir gün bir yerde hepsinin aynı kaderi paylaşağını bilmekten ileri geliyordur belki. Belki bu yüzden “yabancı” bu kadar yabancıdır, “gadjo”dur, ötekidir, kötüdür, tehlikelidir, hırsızdır, tavukları çalandır, kızların ırzına geçendir. Her kenetleniş bir dışlayış, bir içine kapanıştır hepimiz için halbuki. Bir benzerimizi aramamız hep bir dışlamadır her birimiz için. Ama yaparız, yaşarız, seçeriz, severiz.

Tüm kasetler kırılır, bantları koparılır, isimlerin tutulduğu defter yırtılır gömülür filmin sonunda. Bulunmamak için, görünmemek için, ölenlerin anısı, ölenlerin yerine gömülür. Çingene gibi gömülür Stéphane’ın elinden. Bir başka yerde bir başka kulak duysun istemez bu kayıtları kahramanımız, Nora Loca’nın da öldüğünü bilir, kendi çektiği acıları ondan sonrakiler çeksin istemez. Her yanık türküde saklı bir acı olduğunu bilir, buna saygı duyar. Sesleri kendileriyle başbaşa bırakır. Babasını düşünür. Nora Luca’nın babasına düşündürdüklerini, yaşattıklarını, onu göçmenlerle ölüme gönderecek kadar etkileyen yaşanmışlıklarını düşünür, bugüne kadar bu acıyı farketmediğini düşünür. Babasını anlamak için çıktığı yolculukta, kendi için bulur cevaplarını, ölenleri huzur içinde yatmaları için anılarıyla gömer arzu edeceklerini düşündüğü gibi.

Bir başkasının gözlerinde, özleminde, arzusunda, acısında, neşesinde kaybolmak, kaybolabilmek hepimiz için bir şans olurdu, bu şans bizi bir yapardı. Her bir, bir diğeri dışlardı. Kendi içine dönük, dışına kapalı, içinde cennet, dışına cehennem bir dünya yaratırdı. Bu aynı anda mutlu ve aynı anda acı içinde olma durumu belki de, bu kadar çoşkun yapıyor çingene ruhunun her anını. Göçebe olma durumunu, her an gidebilir ama hiç gitmeye de bilir olma durumunu...    

23 Kasım 2012 Cuma

Alkazar düştü...(Yayınlanan Yazılar)


http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=984145&CategoryID=42

Radikal İki, 7 Mart 2010

Canımızı en çok yakan yerinden başlayalım yazıya. Üniversite yıllarında tanıştım Alkazar’la, tüm Taksim, hatta tüm İstanbul gibi, bir gül bahçesi vaadiyle sunulan beş yıllık bir biletle başlamıştı düşüm kendini yazmaya.

Alkazar, öykülerini okuduğumuz dünyaları perdeye döküyordu bizim için, Avrupa kıtasında, uzak ülkelerde ne olup bitiyorsa oralara özgü, orada görüyorduk. O gün bir sınav mı güzel geçti ya da yeni bir aşk mı yaşanıyordu, kesin bir ilgisi vardı, bir anısı vardı Taksim’de filme gitmekle. Yoksa oldururduk, mutlaka bağlardık bir yanını, “anısı biz olurduk” filmlerin. Adını öyle koymuştuk çünkü. “Frigo isteyen var mııı” çığlığını en çok oradan anımsıyordu Zeynebim misal. Koltuklarında biriken anılar, binlerce farklı duygu düşünceyle koltuğa gömülen suretler düşüyordu bir meleğin aklına. O koltukları bir bir söktüklerini gördüm ben geçen Cumartesi... Kapanışın anısına hatıra fotoğrafı çektirdik Özlem’le, aptallaşan bir şaşkınlık içinde. Adalet Hanım’ın gözleri her sözcüğünde akıyordu içine, “Ben de sizin bir fotoğrafınızı çekebilir miyim siz buraları son kez çekerken” diyordu titreyen bir sesle. Ve seanslar basılmamıştı gazetelere son gününde.

Hem güzel hem acı hepimiz için, böylesi güçlü bir bağ kurabilmiş olmak bir bina, bir mekanla. Farklılıkların kaynaştığı, kaynaşmak zorunda olduğu kent tanımına en yakın bulduğumuz için “alternatif” filmleri belki de. Kentli olmak bu bilinçten geçtiği için, başkalıkları yadsımayıp tanımaya çalıştığımız, merak ettiğimiz için... “Alkazar’daysa kesin görmeye değerdir” kredisi verebildiğimiz bir referans noktası olduğu için zamanla. 

İstanbul’da her an her şeyin olabileceğine inandıran Alkazar’ın kocaman perdeleri, iki kıtaya uzanan salonları, kabartmalar, heykeller hepsi asıl bizim burada geçici, misafir olduğumuzu ve saygı duymamız gerektiğini anlatırken, gidenin biz değil o olması garip, tuhaf.

Ekonomik imkansızlıklar, değişen talepler, öncelikler, amaçlar hızla bir yerlere doğru giderken, sanırım ilk kez bu kadar canım yandı on yıllık yarı İstanbullu olarak. İlk kez bu kadar yakınıma geldi ateş, kente ilişkin bir yerleri bunca sevdiğimi, hayatımda bunca net ve sağlam bir yer verdiğimi ilk defa anladım. Bir mekandan çok daha fazlası olarak, oradan çıkarken başkalaştığımı gördüm. İzlediğim filmlerdeki yerlerden geri gelip, İstiklal’de insanlara karışırken, zihnimde kalan tadın bunca güzel olduğunu, beni sonrasında bunca zenginleştirdiğini gördüm. Emek sineması bir yanımı yaraladıysa, aynı anda üç salonundan olduğum Alkazar da diğer yanımı yaraladı.

Kimse, uzak ülkelerde kurulan düşleri de merak etmeyecek böyle giderse, bir başka kıtada bir çocuk babasını nasıl affetmiyor, deniz fenerinin tepesine öleceğini bilip neden çıkıyor yağmur altında, kimse sormayacak. Film boyunca deli gibi koşan kırmızı saçlı ablanın hikâyesini bilen olmayacak. Bir terasta yenen kalabalık bir İtalyan yemeğinin tadına kimse kırmızı perdeli tarihi bir salonda varmanın başka bir türlü bir şey olabileceğini, insanı bir başka türlü etkileyip değiştirebileceğini bilmiyor olacak. Duvara karşı, fren izi olmaksızın sürülen bir arabadaki intihar teşebbüsüne Alkazar’ın kırmızı koltukları ve minik ışıkları üzerinden bakmanın kişiyi başkalaştırabileceğini kimse bilmeyecek.

En yakınlarımıza yaptığımız gibi “orada olduğunu biliyorum, seni seviyorum” yetmiyor her zaman inandırmaya sevgimizi. Kaç zamandır içinden çıkılamayan ekonomik krizlerinde, benim de ayağım seyrekleşmişti, yolum düşmüyordu oraya. Bunca güzel anı, yaşanmışlık, inanmışlık bıraktığın için teşekkür ederim. Ağrımasa bilmezdik yüreğimizin yerini, biliyoruz bunu Zeynebimle biz. Ağrıttığın için bir yerleri, teşekkür ederim Alkazar. Her eksiklik biraz üzer, biraz büyütürse insanı, buna inananalım, buna tutunalım. Hepimizi, bu kenti, başkalıkları barındırmasını öğrenebilen yanı kurtaracak, yoksa boğazın suları çekildiğinde hepimiz yok olacağız.