7 Kasım 2014 Cuma

Masalcı Kadın Judith


Bilenler bilir, Judith Lieberman’ın Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Evi’de masal geceleri olur. 25 Haziran’da da sezonun son gecesi vardı. İyi niyetle açık havada düzenlenmiş bir gece idi, ancak yan tarafta inanılmaz rahatsız edici bir müzikle başladı gece. Ayarlanan ses sistemi de çok kötüydü. Hemen her şey, bizim değilse de sahnedeki anlatıcının konsantrasyonunu dağıtmaya yönelik ayarlanmış gibiydi. “Konsantre olamıyorum” dediği anda elindeki mikrofon yere düştü, tıpkı az sonra anlatacağı masalın en can alıcı yerinde avuçlarından uçan çekirge anı gibiydi olan biten. Çözülme anı. Bizler güldük, o güldü, rahatladı, rahatladık.

Sonra mikrofon düzeldi, yandaki müzik kesildi ve Judith devleşti yine sahnesinde. Biz yetişkinlere masal anlattı bir saat kadar.

Masal dünyası neden büyülü? Belki “-meli -malı”lardan değil de tamamen “ol” demekle “olan” şeylerden bahsettiği için. Evrensel doğruları var mı masalların da, sanki var genelde. Ama olsun, sonunun aşağı yukarı ne olacağını ya da nasıl olacağını, neye varacağı bilsek de dinlemek akşamın o saatinde, işten çıkmış yorgun argınken, salonu dolduran çocuklardan amcalara teyzelere iyi geliyor belli ki.

Modern meddah gibi masalcı. Arkasında görüntüler yok, bir yerden okumuyor, o an yaşıyor ve yaşatıyor size olan biteni. O kendince görüyor, siz kendinizde dinleyip, kendinize göre kuruyorsunuz zihninizde sıfırdan. 

Masal yazmakla ilgili atölyeler de düzenliyor Judith. Birlikte bir 3-4 saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Yine iş çıkışı yorgun argın gitmişseniz atölyeye, bir an çok saçma ya da çocukça bulabileceğiniz birçok şeyden büyük bir ciddiyetle bahseden bir kadın görüyorsunuz karşınızda. Anda olmaktan, kaybolmaktan, kaybolmaktan korkmamaktan, saçma sorular üretmekten ciddiyetle bahseden bir kadın.

Sonra büyük bir firmanın çalışanlarına, birbirimizi içtenlikle dinlemenin önemi üzerine yaptığı konuşmayı anlatıyor o anı yaşayarak yeniden. On beş yıldır Türkiye’de olan yaşantısından bahsediyor. Onu Fransa’dan buralara getiren tesadüfler zincirinden. Tesadüflerden korkmamamız gerektiğinden. Plan yapmanın, yapmaya çalışmanın zararlarından, kusurlarından. Zihni kapatmayı öğrenmemiz gerektiğinden. Yürekten gelen sesi dinleyebilmekten. En önemli kararların, kalple verilmesi gereken kararlar olduğunu söylüyor bize.

En iyi, en güzel, en orijinal fikri arayıp durmayı kesmeliyiz diyor örneğin. Yaratıcı fikirlerinin en büyük düşmanının “çok yaratıcı bir şeyler bulmalıyım!” fikrinden geldiğini anlatıyor. Çok da haksız değil gibi, doğuştan yaratıcı olan zihinlerimizi,  düşünce ve hedef kalıplarıyla biraz daraltmıyor muyuz çoğu zaman.

Atölye boyunca, “düşünmeyin, aklınıza ilk geleni yazın n’olur” dediğini hatırlıyorum sık sık. Kendimce önemli bir karar vermek için cebelleşirken, bu hali gözümün önüne geliyor sık sık. Halen her şeyi gönül gözümle görmeyi beceremiyorum ama, en azından buna inanıyorum.

Mantıksal çıkarımlar, en çok kendimizi güvende hissetmek için varlar gibi geliyor. Doğru kararı, doğru kararı söyleyen iç sesimizi duyamadığımızda; kendimizi güvende hissetmek için –minik bir çocuğun, yeni bir şey yapar, yeni bir adım atarken annesini göz ucuyla görmek istemesi gibi belki- “çünkü”ler yaratmak ve onlara tutunarak yürümek istiyoruz.  Hâlbuki tüm kararlar ve dönemeçler birer iç sesten ibaret belki de. Gürültü, patırtı çok olduğundan, onu duymamız da zorlaşıyor.
Ve sevgili masallar, gerçekten burada devreye giriyor olabilir. Çünkü onlar, bildiğimiz “çünküleri” geçersiz kılıyor. “Bir varmış ama bir de yokmuş” diyerek açılıyor masal. Açıyor kendini size. Hem var hem yok. Hem burada hem orada, hem mor bulutlar altında hem gözlüklü bir mantarın üzerinde olma durumu gibi.

Masallar, iç sesimizi duymanın yollarından biri olabilir. Sizi bambaşka şeyler de açabilir pekâlâ. Doğada bir yürüyüş, meditasyon, yoga, yüzme, yemek yapma, şarkı söyleme, dans etme, bir müzik aleti çalmak belki. Masallara da yüzyıllarla hak ettiği değeri vermek gerek bir parça. Ki burada bir kadın, tam on beş yıldır bıkmadan usanmadan masallar anlatıyor bize. Bakın, görün, dinleyin, hissedin, açın kendinizi diyor.


15 Haziran 2014 Pazar

Hey Marslı, biz dostuz! (Yayınlanan Yazılar)


Dünyalı Dergisi, Nisan 2014

Selam Mars’lı, biz dostuz
Dünyanın dışında bir yerlerde hayat var mı? Koca uzayda yalnız olabilir miyiz? Mars’tan bize el sallayan yaratıklar olabilir mi? Peki ya bizler, Mars’ta yeni bir yaşam kurabilir miyiz? “Mars One” projesini yaratan meraklı ve tutkulu bir grup mühendis, Mars’a gitme hayali kuruyor. Ne dersiniz? Siz de gelir misiniz?

Mars’a gerçekten gidiyor muyuz?
“Mars One” projesi ile 2024’te Mars’ta bir koloni kurulması planlanıyor. Mars’a gitmek için 200.000 kişi başvurdu. İlk elemede seçilen 1.058 kişi arasında Türkiye’den de 6 kişi var. Projeye göre, gönderilecek ilk grupta 4 kişi yer alacak, iki sene sonra ikinci 4 kişilik grup yola çıkacak. 7 ay sürecek bu yolculuğa çıkanlar dünyaya geri dönemeyecekler.

Neden  Mars’a gidiyoruz?
Güneş sisteminde dördüncü sırada yer alan Mars birçok açıdan Dünya’ya benziyor. “Kızıl gezegen” oksitlenmiş demir parçacıklarıyla kaplı. Mars’da bir yıl 687 gün ve bir gün yaklaşık 24 saat sürüyor. Bir yılda dört mevsim var. Kuzey ve güney kutupları buzullarla kaplı.

Mars’a gidenler neden geri dönemeyecek?
Hem Dünya’dan Mars’a gidecek hem de Mars’tan Dünya’ya dönüş yolculuğunu da yapabilecek bir uzay roketi şimdilik üretilemiyor. Ayrıca Mars’a giden insanların kemik ve kas yapıları değişecek. Dünya’ya dönebilseler bile sağlıkları tehlike altında olacak.

Mars’ta yaşam nasıl olacak?
Mars’ta yerçekimi dünyadakinin üçte biri kadar. Dünyada 60 kilo gelen bir insan, Mars’ta 20 kilo olacak.
Mars’ın atmosferin yüzde 90’ından fazlasını karbondioksit oluşturuyor. Nefes alabilmemiz için gereken oksijenin Mars’ta üretilebilmesi için çalışmalar sürüyor. Gidenler Mars’ta bitki yetiştirebilirse, atmosferdeki karbondioksitin bir kısmı fotosentez ile oksijene dönüştürülecek.
Mars’ta hava her zaman soğuk; kışın -80 derece olan sıcaklık, yazın en fazla -5 dereceye çıkıyor.
Atmosferin ince olması sebebiyle radyasyon gibi zararlı ışınlar da yeterince süzülemiyor.  İklim koşulları, oksijen azlığı ve radyasyon sebebiyle Mars’ta sürekli olarak özel uzay elbiseleri ile dolaşmak gerekecek.
Ana yaşam kaynaklarımızdan biri olan su da Mars’ta sorun olabilecek konulardan biri. Bilim insanları, kutuplarda yer alan su buzunu yüzeye çıkartmak ve alternatif su kanalları bulmak için çalışmalarını sürdürüyor.

Mars’a gidenler televizyon izleyebilecek mi?
Mars’ta TV izlemek, internete girmek mümkün olacak. Dünya ile Mars arasındaki mesafeden ötürü; izlenmek istenen programların önceden bildirilmesi gerekecek.  Canlı yayınlarda iki gezegen arasında en az üç dakikalık bir gecikme olacak.



18 Mart 2014 Salı

Çocuklar ve Kidzania

Esra Ercan Bilgiç'in 17 Mart 2014 tarihli UzunCorap yazısı'nın hissettirdikleridir:




...Halbuki çocuğun uçsuz bucaksız hayal kurmaya ihtiyacı var. Masal dinlemeye, “olmaz mı olur ya” demeye ihtiyacı var. Şekerden kuleleri, ejderhaları, perileri, konuşan hayvanları duymaya ihtiyacı var. Gökyüzünün mor olabildiği, atların uçabildiği, tavşanların aralarında en hızlıyı seçmeye çalıştığı ormanı keşfe ihtiyacı var. Orman cinleriyle tanışması, balondan bir ev hayal etmesi gerekiyor onun.

Yıllar önce bir babanın yedi yaşında bir çocuğa, gururlanarak şöyle sorduğunu hatırlıyorum “Büyüyünce ne olacaksın, söyle bakalım?”, çocuğun aynı şevkle verdiği cevap hala içimi sızlatıyor: “Büyüyünce patron olacağım babacığım!” Bir çocuğun, o çocukluktan çıkıp Truman’deki gibi dekora kayıkla çarpana kadar, alabildiğine hayal kurması gerek halbuki. Yetişkinlerin kabullerinden, sıkışmışlıklarından, “ama” larından “olmaz ki”lerinden uzakta büyütmesi gerek ruhunu. Öyle olmalı ki, o çocuklar büyüdüğünde “başka bir dünya mümkün” olsun. Yoksa olamaz, çocuğunuza nasıl para kazanılacağını, nasıl adam kazıklanacağını, nasıl çalıp çırpılacağını, ne marka yenilip, ne markanın asla alınmayacağını anlatırsanız, o çocuk gökyüzündeki yıldızlara hiç bakmaz, yıldızlar kayar her gün tepesinde, bu mucizeyi hiç bilemez.

Yine bir gün, ağaçtan erik toplamaya çalışırken ben, iğrenerek bana bakan o çocuk gibi olur sonra yavrunuz. “Çok lezzetli alsana?” dediğimde “İstemiyorum, bizim evde, dolapta var” der. Eriğin ağaçta değil, 3M süpermarkette yetiştiğini düşünür çünkü. O çocuk, en fazla sizin gibi kravatlı bir iş adamı olur sonra, “patron” olur evet. Ama armut dibine düşer. Üzülürüz hepimiz sonra.

Masallar düş dünyamızı genişletmek, içimizdeki engin denizi hatırlamamız için var. Sanatın her dalı da bunun için var. Para kazanmak için değil, ruhunuza ferahlık üflemek için var tüm bu güzellikler. Markalar her yerde, ormanda büyütemedikçe çocuğu, maruz kalacak hepsine az buçuk. Ama n’olur bırakın, hayal dünyası korusun kollasın uzun seneler onu, eşlik etsin ona keşif yolunda. Ormanda dolaşsın, ağaca dokunsun, çiçeği koklasın, toprağa değsin ayağı, suyu havuzda ve küvette değil denizde görsün mümkün mertebe. Hayvanları oyuncak sanmasın, beslesin, sevsin.

Dünyayı güzelliğin kurtarması için bir gün, o güzelliği yaşatabilmemiz gerekiyor. Yaşatabilmek için yeni canların, ona dokunabilmesi gerekiyor. Kana kana ağlamayı, düşüp sonra kalkmayı, kahkahalarla gülmeyi, şaşırmayı ve düş kurmayı doya doya yaşaması gerekiyor. “Yetişkin gibi olmayı” çocukken öğrenmeye ihtiyacı yok hiçbirinin, gelecek henüz yazılmadı. Bugünkü çocuklar yarının yetişkini olacak, ve sizin aklınız ermeyecek nasıl bir düzen kuracaklarına. İzin verin bu mucizeye.

16 Ocak 2014 Perşembe

Prens ve prenseslere dair

Günlerden bir gün, renkli boya kalemleriyle bir prenses düşüverdi dünyalı ofisimize. Ben masal atölyesinde öğrendiğim hünerlerimi sergilemek için heyecanla doluyken karşılaştık kendisiyle. Öyle bir diyardan geliyormuş ki kendisi; orda hep ananeler babaanneler prenseslere uzun uzun bakarmış, saçlarını tararmış. Hatta onlara Çocuklar Gezegeni’nden masallar anlatırlarmış. Bu masalların yarısı uydurmaymış, prensesler yutmazmış; ama yine de dinlerlermiş çünkü anane babaanneler hep yeniden kurarlarmış öyküleri... Asıl güzellik zaten buradaymış. Kana kana dinlemekte, dinleye dinleye kanmakta...

Rengarenk ev resimlerine baktık birlikte önce; biri dondurmadan, biri şekerlemeden, biri ise gökyüzünde. Bir de tabi prenses, upuzun saçlı, kat kat elbiseli. Evlerin biri minicik, “Nerede yaşıyor bu prenses?” diyorum minik ressama, “orada!” diyor. Dünyalı yanım konuşuyor gürül gürül içimden, “Küçücük orası, göz var nizam var, senin elin çizmedi mi bunu, baksana prenses evin iki katı kadar,  o prenses o eve girer mi, girse elini kollunu sallayabilir mi ha, söyle?” Sonra kendimi bu şekilde saçmalarken, görüveriyorum. Öğretilmiş tüm duygularım, yargılarım, boğazıma kadar sarmış beni. Benim elime verilse kağıt kalem, anladım ki kızların ve hatta kadınların en az beş katı kadar olan, bir balkonu, iki penceresi ve yere değen bir kapısı olan, belki otoparkı olan-İstanbul’da park yeri sorun hani- gri bir apartman dairesi çizeceğim. Dondurmadan evlerim, şekerlemelerim çoktan geçmiş benim. Bir prensese inanıyorum da, onun minik mavi bir evde yaşayacağına inanmıyorum. Sonra da, nasıl yaratıcı olunur diye kitaplara bakıyorum. Ressam prensesin kaleminden utanarak susuyorum.

“Sana bir masal anlatayım mı?” diyorum, “Yeni öğrendim ve çok heycanlanırım, kimseler görmesin, sen de beğenmezsen, söyle olur mu, hemen keserim, halden anlarım, uzatmam” diyorum. “Kimseler görmesin istersen, masanın altına girelim?” diyor, “Annen gelir ama?” diyorum, “Gelmez, çünkü toplantıda o, hadi” diyor. Bir an hayal ediyorum, olur mu olur diyorum, sonra ağır basıyor dünyalı yanım. Ama prenses yine haklı, “kimseler görmesin” diyorsan bir açık ofiste, en makul yer masanın altı, ben nereye baktım halbuki, boş toplantı odalarına.  Sekiz-beş çalışan otuzüç yaşında ben ve hayal kurmak isteyen ötedeki berideki yanlarım...

“Hadi burası iyi, masada anlatıvereyim” dedim sonra, o resim yaptı ben masalımı anlattım. Masalımın sonunda bir şehzade var tencereye giriveren, sonra kızın karşısına çıkıp, onu kendine aşık eden.  Ressamı bu son kısımla tavladım, gözlerinden anladım. “Nesini beğendin en çok masalın?” dedim, “Tencerenin prensi yutmasını!” diyiverdi. Şehzade ne demek prens-prenses çağında ey acemi anlatıcı? Hele şehzadeyi ellerimle bıyık yaparak anlatmam, bu olayı duyan Keçeler Prensesi'nin bana “bıyıklı prens olur mu, naptın kızım sen?” diye çıkışması. Allahtan ressam prenses, düzeltmiş hayalinde durumu, benim kaftanlı bıyıklı şehzade, olmuş boylu poslu –kesin sarışın- bir prens. “Senin var mı sevgilin?” diyorum, en aptalca sorularımdan biri oluyor tabi altı yaşına sormak için, ama prensle büyülendiğini görünce yüz buluyorum bu saçmalık için. “Yok” diyor, “Var mıydı?” diyorum eski aşk yaralarını kurcalamak isteyen hasta ruhlu sıkı dostlar gibi, “Hayır” diyor kesin net. Prenslerin prenseslerle mutlu mesut olacağına inanıyor, ama şimdilik masal onlar, dinlediğin ve istediğin ve inandığın zaman oradalar, sair zamanda gökyüzündeki şekerleme evde rüyadalar. Zaten öyle kalsınlar, sonra aşk olacak, acı olacak, özlem olacak, pişmanlık olacak, olacak da olacak...

Sonra giyinme odasına gidiyoruz birlikte, kostüm filan değiştireceğiz herhalde, bir odada yalnız kaldığımızı farkedince parıldayan gözlerle bana dönüyor; “Hadi masalını bir daha anlat bana!”. Şaşkınım çok, “Sen ciddi misin?” diyorum, yok tam böyle demiyorum, yani dememiş olsam gerek yine bir altı yaşına. Sevinç, heyecan ve coşku doluyorum, ressamın gözlerine kilitliyorum gözlerimi, onaylanma hissini kaybetmemek için. Masalı anlatıyorum en başından keyifle, Nazlı’dan öğrendiğim üçlemeler sık sık benimle.

“Dur” diyor ressam “ebe ne demek?”, masala ikinci tur dönüyorum ve kahramanlarımdan biri olan ebe hiç anlaşılmamış. Demek ki çok hızlı anlatıyorum, ama bir ebeyi yıl ikibinondört iken altı yaşında bir kıza nasıl anlatabilirim? Yeterince saçmaladıktan ve bir dolu el kol hareketinden sonra, “doktor, evet doktormuş” diyorum.

Prensli kısma geliyoruz sonra, tabi ki tencereden çok daha bir prens olarak çıkıyor masalımın sonunda. Mutlu son hepimizi mest ediyor tekrar. Ve ben, beni yirmi küsür yıl geri götüren, on yüz bin kilometre uzağa, sekiz-beş düzlemimin dışına çıkaran bu deneyime minnet ediyorum. Bir yanımızın, bir yerlerimizin ölene kadar çocuk kalabilmesini diliyorum...


14 Ocak 2014 Salı

Masal anlatmasını anlatan Nazlı’ya şükran...


Galata’da, yüksek tavanlı, ahşap zeminli bir binada, en başta adına vurulduğum bir atölyeye katıldım. Aydınlık yüzlü on küsür insan; görünen cüssesinden çok daha büyük ve ışıklı bir kadının ağzından, ellerinden ve gözlerinden dökülecek büyüye, duaya gelmiş idi.

Kimimiz yanında aşk getirmişti atölyeye, kimimiz uzak derelerden su, kimi doğal ürünlerden yapılma oyuncak. Biri masal battaniyesini kapmıştı, bir başkası kekik kokusunu, ötekisi ise balonunu ve coşkusunu. Ben ise en güzel hediyem süslü defterimi. Hayal edebildiğimiz kadardı çünkü evren, her şey ama her şey ona “ol” dememizle oluveriyordu ve bunu görebilmemiz için, büyüyü aralayacak bir kadına çıkmıştı yolumuz.

Masal anlatmayı anlattı bize kadın. Bir hikayeyi  tamamen yeniden kurmayı, onun ruhuna kendi ruhundan üflemeyi anlattı. Her defasında, her performansta nasıl yeniden doğduğunu, doğurduğunu gösterdi. Bildiğini sandığı her rüyanın; sahnede dinleyenle, masalla ve anlatıcıyla nasıl da yeniden yazıldığını anlattı.

Yere sağlam basmasını bilirsek tüm bedenimizle ve yüreğimizle; bir ağacın kökleri gibi evrendeki enerjiyi nasıl içimize çekebileceğimizi anlattı. Hikayeyi yaşamanın, damar damar hissetmenin biricik yolunun ona inanmak olduğunu, onun içinde kendini bulmak, onunla kaybolmak demek olduğunu anlattı.

Çocukların, kaybolmayı nasıl da güzel, hesapsız ve katıksız yaptığından bahsetti masallarda. Mor denizlerin, konuşan tavşanların, yürüyen tencerelerin, nohut çocukların ve üfürükçü rüzgarların ancak ve ancak onlara yüreğiyle inananlara görünebilecek katmanlarından bahsetti. Bir Nazi kampında yaşanan, kırılan dökülen onca şeye rağmen, hayal kurmasını bildiği ve sonuna kadar hayal kurduğu için hayatta kalabilen adamın hikayesini anlattı.

Masalcıları durdurdu sonra, “Şimdi dur, kahraman ne hissediyor, onu anlat” dedi. Psikoterapistlerin en sevdiği soru “tam orada dur, ne hissediyorsun”... Donakalma anı, ne mi hissediyorum, anlatıyorum ya, hayır ne olduğunu anlatıyorsun, ne hissettiğinden bahsetmiyorsun. Zihnimiz hep bir film sahnesi çünkü, izlediğimiz kareleri anlatıyoruz, kendimize dokundurmadan, aslında ne hissediyoruzu deşmeye cesaret edemeden.

Ama masalının ta içindesin ey anlatıcı, kahramanın hislerini dillendirmek, onları görebilmek, anlayabilmek mükellefiyetindesin. Bunu hakkıyla yapmasını öğreneceksin ki, o kırmızı rüya saçlı kadın gibi anlatabilesin bir sincabın öyküsünü, ve rüzgarı üfüren çift dilli kadın gibi devleşebilesin sahnede, ya da bir tavşan ürkekliğiyle başkalaşan dalgalı saçlı masalcı gibi dönüşebilesin, veyahut coştuğunda bağıra bağıra şarkılar söyleyen adam gibi, ana koyun, kurban koyun ve kötü kalpli bir kurt olabilesin on dakika içinde.

Minik bir topla ve cevizle dans ettik üstüne. Her şeyin ne de güzel oyunlaşabileceğini, hayatın özünün koca bir oyun olduğunu gördük. Dans ederken, şekilden şekle giren bedenimize baktık. Görün onu, dedi Nazlı. Tanıyın, neler yapıyor izleyin ve kendinizi keşfedin, bu mucizeye izin verin, dedi. Bildiğimiz, getirdiğimiz, sarındığımız her şeyi içimizde bir köşeye koyup; bir kedi, bir fare ve bir fil nasıl olunur, onu öğretti bize.

Çember olup öyküler anlattık birbirimize, durmadan, hep kaldığımız yerden devam ederek, her defasında yeniden doğarak ve doğurarak. “...nohut çocuk gülümsedi” misal aniden, ya da “...korkuluğa bir şaplak attı tavşan...” ya da “...masal bu ya, bir sucuk parçası geldi yapıştı kocanın yüzüne...” ve evet “...ah o tencere, tıkır tıkır yürüye yürüye bitiremedi yolları”.

Gözlerin nasıl parladığını, seslerin nasıl gürleştiğini gördüm masalcılarda. Yeni bir dünyayı araladıklarını gördüm. Boyları küçüldü, ardlarındaki memleket devleşti gözümde;  kocaman bir çayırın ortasında, dalları gökte kaybolan ağaçların ve rengarenk kelebeklerin arasında buluşup, bir parça bal çaldılar ağzımıza, bir nefes üflediler oralardan yüreğimize.

Tüm bu mucizeler için, bizi bu rüyada buluşturduğun için, bana bu yazıyı yazdırdığın için sevgi, minnet, şükran sana Nazlı...