9 Eylül 2012 Pazar

Misafir


Misafir, yazan ve yöneten Ozan Aksungur'un ilk filmi. Halit Ergenç ve Lale Mansur başrolde. Halit Ergenç, "Oktay" olarak Fransa'dan memleketi Kütahya'yaya geliyor. Lale Mansur "Ayşe" karakteriyle, Kütahya'da yaşayan bir uzak akraba. Yönetmen ve oyunculara göre bu bir "aşk" öyküsü, bazı yorumlara göre de bir "yalnızlık" öyküsü. Adı neden "Misafir", ben ona değinmeye çalışacağım.

İzlemesi oldukça keyifli, sürükleyici, az öğeli bir film denilebilir. Oktay'layız seyirci olarak sürekli biz. Kullandığı arabada; bir çay bardağındaki rakıya odaklanıyor gözümüz, bir ensesine ve uykusuzluktan, alkolden, üzüntüden, yorgunluktan kan çanağına dönmüş gözlerine. Anlamamız bekleniyor sıkıntısını ama açık açık denmiyor neden orda, neden dönüyor Paris'ten aslında, asıl derdi ne. Filmi hep Oktay'la görüyoruz. Oktay'ın olmadığı hiçbir karede biz de yokuz, Oktay'ın yönetmenin elverdiği kesidini takip ediyoruz seyirci olarak.

Oktay evde umduğu gibi karşılanmıyor; ağabeyi para, freeshop'tan içki bekliyor, babası elindeki yazıyı bitirip öyle gelmek istiyor Oktay'ın yanına. Hiçkimse çok sevinmediği gibi, çok şaşırmıyor da Oktay'ın gecenin bir vakti arabayla Paris'ten Kütahya'ya arabayla gelmesine, muhtemelen buram buram rakı kokmasına. Oktay evde "misafir" hissederek kendini, koşarak kaçıyor evden, rakıya sarılıyor, arabasına biniyor. Bagajda, evdekilere aldığını düşündüğümüz ancak vermekten vazgeçtiği freeshop hediyeleri, içkiler. "Misafir" olduğu Paris'ten geldiği Kütahya'da yine "misafir" hissediyor.

Gece uyumak için bir otele gidiyor, belki de Kütahya'da tek bir otel vardır o kısmı belirsiz. Sonradan anlıyoruz ki bu otelde uzak bir akraba çalışıyor. Oktay'ı bırakmıyor otele, alıp eve götürüyor. Oktay'ın neden o otele gittiğini anlamıyoruz, yorumlamamız gerekiyor. Evde beklediği ilgiyi, sevgiyi göremeyince, kafadan "misafir" muamalesi göreceğini bildiği, neyse parası verip yatacağı bir otele gidiyor. Ama uzak akrabanın çalıştığı oteli tercih edişte, bu karşılaşmayı ve otel yerine evde "misafir" edilmeyi arzu etme var mı bilemiyoruz.

Evde, Ayşe "Yenge" var, ve zamanla aralarında bir ilişki, aşk, yakınlaşma ya da adına her ne dersek doğuyor.

Oktay kaptırıyor kendini birkaç gün içinde -her şey birkaç gün içinde oluyor. Ayşe'yi de alıp Paris'e gitmek istiyor, "herkes alışır kabul eder zamanla, benimle gel, helalim ol" diyor. İşler ters gidiyor biraz, "kaçmamız lazım, seni bavula koyup çıkarıcam yurtdışına" diyecek kadar şuurunu kaybedip, ısrarcı oluyor. Ayşe'yi alacağını düşünerek eve geldiğinde; Ayşe'yi, kocasını, oğlunu ve Ayşe'nin sevgilisi altkomşu kadını birarada görüyor, Ayşe Oktay'ın bavulunu hazırlamış, "misafir"i uğurlamaya hazırlanıyor Paris için. Salonun orta yerinde "misafir" oluyor Oktay yeniden.

Adı başka bir şey konmuş olsaydı tamamen başka türlü okuyabilirdim belki filmi, ama Paris'te, evinde, otelde, uzak akrabanın evinde, yatağında ve salonunda kendini bambaşka şekillerde "misafir" hisseden bu adamın öyküsü, kan çanağı gözleri ve üzüntüden ya da eski bir bağımlılıktan sürekli içtiği rakı (sabah kahvaltıdan önce, akşam yatmadan önce, arabada, yolda, odada) yalnızlığı anlatıyor bütün bütün. "Ait olma" arzusunu anlatıyor, sürekli eksikliği bir şeylerle kapatıp "tamam" olma arzusunu anlatıyor. Peşini bırakmayan "misafir" olma durumunu anlatıyor. Meşhur şarkının ve zaman zaman kardeşimin dediği gibi "her şey yalnızlıktan" dedirtiyor insana.

O kadar kısa zamanda Oktay Ayşe'ye aşık oldu mu gerçekten bilmiyoruz pek de mantıklı gelmiyor. Aşık olup evlenmek istemeye kadar vardırıyor işi birkaç günde, senelerdir tanıdığı bir uzak akraba ile. Bavula koyup götürecek kadar sapkın bu fikre, tamamlıyor kafasında durumu tüm eksikliklerine rağmen. "Aşk"tan çok, "yalnızlık"tan gibi görünüyor bu öykü. Yalnızlık üzerine, yalnızlığın insana edebilecekleri üzerine düşündürüyor insanı.

Hiç yorum yok: