Günlerden bir gün, renkli boya
kalemleriyle bir prenses düşüverdi dünyalı ofisimize. Ben masal atölyesinde
öğrendiğim hünerlerimi sergilemek için heyecanla doluyken karşılaştık kendisiyle.
Öyle bir diyardan geliyormuş ki kendisi; orda hep ananeler babaanneler
prenseslere uzun uzun bakarmış, saçlarını tararmış. Hatta onlara Çocuklar
Gezegeni’nden masallar anlatırlarmış. Bu masalların yarısı uydurmaymış,
prensesler yutmazmış; ama yine de dinlerlermiş çünkü anane babaanneler hep
yeniden kurarlarmış öyküleri... Asıl güzellik zaten buradaymış. Kana kana
dinlemekte, dinleye dinleye kanmakta...
Rengarenk ev resimlerine baktık
birlikte önce; biri dondurmadan, biri şekerlemeden, biri ise gökyüzünde. Bir de
tabi prenses, upuzun saçlı, kat kat elbiseli. Evlerin biri minicik, “Nerede
yaşıyor bu prenses?” diyorum minik ressama, “orada!” diyor. Dünyalı yanım
konuşuyor gürül gürül içimden, “Küçücük orası, göz var nizam var, senin elin
çizmedi mi bunu, baksana prenses evin iki katı kadar, o prenses o eve girer mi, girse elini kollunu
sallayabilir mi ha, söyle?” Sonra kendimi bu şekilde saçmalarken,
görüveriyorum. Öğretilmiş tüm duygularım, yargılarım, boğazıma kadar sarmış
beni. Benim elime verilse kağıt kalem, anladım ki kızların ve hatta kadınların
en az beş katı kadar olan, bir balkonu, iki penceresi ve yere değen bir kapısı
olan, belki otoparkı olan-İstanbul’da park yeri sorun hani- gri bir apartman
dairesi çizeceğim. Dondurmadan evlerim, şekerlemelerim çoktan geçmiş benim. Bir
prensese inanıyorum da, onun minik mavi bir evde yaşayacağına inanmıyorum. Sonra
da, nasıl yaratıcı olunur diye kitaplara bakıyorum. Ressam prensesin kaleminden
utanarak susuyorum.
“Sana bir masal anlatayım mı?”
diyorum, “Yeni öğrendim ve çok heycanlanırım, kimseler görmesin, sen de
beğenmezsen, söyle olur mu, hemen keserim, halden anlarım, uzatmam” diyorum. “Kimseler
görmesin istersen, masanın altına girelim?” diyor, “Annen gelir ama?” diyorum, “Gelmez,
çünkü toplantıda o, hadi” diyor. Bir an hayal ediyorum, olur mu olur diyorum,
sonra ağır basıyor dünyalı yanım. Ama prenses yine haklı, “kimseler görmesin”
diyorsan bir açık ofiste, en makul yer masanın altı, ben nereye baktım halbuki,
boş toplantı odalarına. Sekiz-beş
çalışan otuzüç yaşında ben ve hayal kurmak isteyen ötedeki berideki yanlarım...
“Hadi burası iyi, masada
anlatıvereyim” dedim sonra, o resim yaptı ben masalımı anlattım. Masalımın
sonunda bir şehzade var tencereye giriveren, sonra kızın karşısına çıkıp, onu
kendine aşık eden. Ressamı bu son
kısımla tavladım, gözlerinden anladım. “Nesini beğendin en çok masalın?” dedim,
“Tencerenin prensi yutmasını!” diyiverdi. Şehzade ne demek prens-prenses
çağında ey acemi anlatıcı? Hele şehzadeyi ellerimle bıyık yaparak anlatmam, bu
olayı duyan Keçeler Prensesi'nin bana “bıyıklı prens olur mu, naptın kızım sen?” diye
çıkışması. Allahtan ressam prenses, düzeltmiş hayalinde durumu, benim kaftanlı
bıyıklı şehzade, olmuş boylu poslu –kesin sarışın- bir prens. “Senin var mı
sevgilin?” diyorum, en aptalca sorularımdan biri oluyor tabi altı yaşına sormak
için, ama prensle büyülendiğini görünce yüz buluyorum bu saçmalık için. “Yok”
diyor, “Var mıydı?” diyorum eski aşk yaralarını kurcalamak isteyen hasta ruhlu sıkı
dostlar gibi, “Hayır” diyor kesin net. Prenslerin prenseslerle mutlu mesut
olacağına inanıyor, ama şimdilik masal onlar, dinlediğin ve istediğin ve
inandığın zaman oradalar, sair zamanda gökyüzündeki şekerleme evde rüyadalar. Zaten
öyle kalsınlar, sonra aşk olacak, acı olacak, özlem olacak, pişmanlık
olacak, olacak da olacak...
Sonra giyinme odasına gidiyoruz
birlikte, kostüm filan değiştireceğiz herhalde, bir odada yalnız kaldığımızı
farkedince parıldayan gözlerle bana dönüyor; “Hadi masalını bir daha anlat bana!”.
Şaşkınım çok, “Sen ciddi misin?” diyorum, yok tam böyle demiyorum, yani dememiş
olsam gerek yine bir altı yaşına. Sevinç, heyecan ve coşku doluyorum, ressamın
gözlerine kilitliyorum gözlerimi, onaylanma hissini kaybetmemek için. Masalı anlatıyorum
en başından keyifle, Nazlı’dan öğrendiğim üçlemeler sık sık benimle.
“Dur” diyor ressam “ebe ne demek?”,
masala ikinci tur dönüyorum ve kahramanlarımdan biri olan ebe hiç anlaşılmamış.
Demek ki çok hızlı anlatıyorum, ama bir ebeyi yıl ikibinondört iken altı
yaşında bir kıza nasıl anlatabilirim? Yeterince saçmaladıktan ve bir dolu el kol
hareketinden sonra, “doktor, evet doktormuş” diyorum.
Prensli kısma geliyoruz sonra,
tabi ki tencereden çok daha bir prens olarak çıkıyor masalımın sonunda. Mutlu
son hepimizi mest ediyor tekrar. Ve ben, beni yirmi küsür yıl geri götüren, on
yüz bin kilometre uzağa, sekiz-beş düzlemimin dışına çıkaran bu deneyime minnet
ediyorum. Bir yanımızın, bir yerlerimizin ölene kadar çocuk kalabilmesini
diliyorum...