18 Ocak 2013 Cuma

Boğazın Suları Bir Gün Çekilirse (Yayınlanan Yazılar)



BOĞAZİÇİ Dergi, Ocak 13

Kara Kitap, Orhan Pamuk’un 1990’da yazdığı ve belki de en çok tartışılan romanlarından birisidir. Uzun cümleler, iç içe girmiş öyküler, hatıralarda geri gidişler, düş bahçelerinde gezintiler ve arayışlarla doludur. Galip, Rüya’ya aşıktır; Rüya’nın kocasıdır. Rüya, bir gün “ansızın” Galip’i terkeder. Galip, kitap boyunca Rüya’yı ve kendini arar, anlamaya çalışır. Rüya’nın akrabası Celal, bir gazetede takma bir isimle köşe yazıları yazan bir gazetecidir. Celal, Rüya ve Galip’in hayatında son derece önemlidir. Roman boyunca, otobüste, vapurda, işyerinde, evde Galip, Celal’in yazılarını okur. Celal, çok yakınındaki bir göz gibi; Galip’in yaşadıkları, arayışları, soruları üzerinden cevaplar verir, yol göster gibidir. Galip, bu durumu zaman zaman kuşkuyla karşılasa da, Celal’e hayranlığı kitap boyunca devam eder.

“Boğazın Suları Çekildiği Zaman”, Celal’in köşe yazılarından ilkidir. Kitabın okurları tarafından en çok beğenilen, yorumlanan, alıntılanan yazılardan biridir. Celal, bir felaket senaryosu anlatır. Bir Fransız jeoloji dergisinde okuduğuna göre, yakın gelecekte Boğaz’ın suları çekilecek, onun yerinde kocaman kara bir boşluk oluşacaktır. Celal, bu felaketin izlerini sürer. Boğaz’ın suları içinde,  “aşağıda” olan bitenleri, derinliklere saplanmış türlü hatırayı zihninde canlandırır.

Yıllar öncesinden gazoz kapakları, gümüş ve teneke çatal bıçaklar, yıllanmış şarap fıçıları ve sahici bir kule gibi yükselen Kız Kulesi göze gelir.

... Kız Kulesi'nin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni bir hayat başlayacak... Bu kıyametimsi kargaşanın içinde Şirketi Hayriye'den kalma yan yatmış gemi leşleriyle gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son günde karaya oturmuş Amerikan transatlantikleriyle yosunlu İon sütunları arasında açık ağzıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran Kelt ve Likyalı iskeletleri olacak. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar ve bin yıllık şarap fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu kadırga leşleri arasından yükselecek bu medeniyetin antik ocak ve lambalarını yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir Romen petrol tankerinden alacağını da hayal edebiliyorum. Ama asıl hazırlıklı olmamız gereken şey, bütün İstanbul'un koyu yeşil lağım şelaleleriyle sulayacağı bu lanet çukurda, tarih öncesinin yeraltından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan ve kılış leşleri ve yeni cennetleri keşfeden fare orduları içerisinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır. Biliyorum ve uyarıyorum: o gün, dikenli tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup biten felaketler hepimizin içine işleyecek...[i]

Kara bir Cadillac’ın hikayesinden bahseder Celal. Yıllar önce gazetelere konu olmuş tutkulu bir aşk hikayesidir. Boğaz’ın sularına gömülen Cadillac’tan bir daha haber alınamamıştır. Boğaz’ın suları çekildiği zaman, bu öykünün de yeniden yazılacağını düşünmektedir yazar.

...Kara Cadillac, bundan otuz yıl önce ben, bir acemi muhabirken serüvenlerini izlediğim ve patronu olduğu bir batakhanenin girişindeki iki İstanbul resmine hayran olduğum bir Beyoğlu haydudunun ("gangster" demeye dilim varmıyor) caka arabasıydı. Arabanın İstanbul'da birer eşi o zamanların demiryolu zengini Dağdelen ile tütün kralı Maruf'ta vardı. Son saatlerini bir hafta tefrika ederek hikaye ettiğimiz ve biz gazetecilerin efsaneleştirdiği haydutumuz bir geceyarısı polis tarafından sıkıştırılınca, sevgilisiyle bir iddiaya göre esrar sarhoşluğundan, bir iddiaya göre de bilerek atını uçuruma süren eşkıya gibi Akıntı Burnu'ndan Cadillac'ıyla birlikte Boğaz'ın karanlık sularına uçmuştu. Dalgıçların deniz dibi akıntısında günlerce arayıp bulamadıkları, gazetelerin ve okuyucuların da kısa süre sonra unuttukları Cadillac'ı nerede bulacağımı ben şimdiden kestirebiliyorum.                 

Orada, eskiden 'boğaz' denilen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında, elmaslar, küpeler, gazoz kapakları ve altın bileziklerin parladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı yamaçların gerisinde bir yerde, çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş eroin laboratuarının ve kaçak sucukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve deniz minareli kumluğun az ötesinde olacak.

Eskiden "Sahil Yolu " denilen, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyen asfalttan geçen arabaların kornalarını dinleyerek indiğim leş kokulu bu karanlığın sessizliğinde arabayı ararken, içlerinde boğuldukları çuvallardaki iki büklüm durumlarını hala koruyan saray kumpasçılarının ve haçlarına ve asalarına sarılı Ortodoks papazlarının bileklerine gülle bağlı iskeletlerine rastlayacağım. Tophane rıhtımından Çanakkale'ye asker gönderen Gülcemal vapurunu torpillemek isterken, uskuru balıkçı ağlarına, burnu da yosunlu kayalıklara çarptıktan sonra deniz dibine çöken ingiliz denizaltısının soba borusu gibi kullanılan periskopundan çıkan mavimsi dumanları görünce, oksijensizlikten ağzı açık kalmış İngiliz iskeletlerinin temizlendiği ve kadifeyle kaplı albay koltuğunda çin porselenleriyle akşam çayına artık Liverpool tezgahlarında imal edilmiş yeni yuvalarına huzurla alışan vatandaşlarımız içtiğini anlayacağım. Karanlığın içinde, daha ötede Kayzer Wilhelm'e bağlı bir zırhlının paslı çabası olacak; sedeflenmiş bir televizyon ekranı bana göz kırpacak. Yağmalanmış bir ceneviz hazinesinin artıklarını, ağzı çamurla tıkanmış kısa namlulu bir topu, yıkılıp kaybolmuş bazı devlet ve kavimlerin midyeyle kaplı tasvir ve putlarıyla burun üstü duran pirinç bir avizenin patlak ampullerini göreceğim. Gittikçe aşağıya inerek, çamur ve kayalar içinde yürürken, zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğim. Yosun ağaçlarından sarkan gerdanlık, gözlük ve şemsiyelere dikkat etmeyeceğim belki, ama inatla hala ayakta dikilen muhteşem at iskeletlerine bütün silah, zırh ve takım taklavatlarıyla binen haçlı şövalyelerine bir an dikkat ve korkuyla bakacağım. Üzeri midyelerle kaplı sembol ve silahlarıyla kaplı haçlı iskeletlerinin hemen yanı başlarında duran Kara Cadillac'ı beklediklerini o zaman korkuyla anlayacağım...[ii]

Bu güzel betimlemelerden sonra, hatırayı tutkulu bir aşk hikayesine dönüştüren kısımla felaket senaryosu tamamlanır. Boğaz’ın altında, böyle hikayelere tanıklık etmek mümkün olur mu bir gün bilinmez ama, Celal’in düş bahçelerinde daha birçok düşünce ve tespit, gazete köşelerinden okurlarına ulaşıyor olacaktır. Dörtyüzonaltı sayfa boyunca. 

...Gece yarısı, bu korkunç ve büyülü karanlıkta kibritimi yakınca arabanın haçlı zırhları gibi hala parlayan güzelim direksiyonun, nikelajlı sayaçlarının, ibre ve saatlerinin madeni ışığında haydutla sevgilisinin bilezikli ince kollarıyla ve yüzüklü parmaklarıyla birbirlerine sarılarak ön koltukta öpüşen iskeletlerini göreceğim. yalnız iç içe geçen çene kemikleri değil, kafatasları da ölümsüz bir öpüşle birbirine kaynamış olacak.

O zaman, kibritimi bir daha yakmadan gerisin geriye şehrin ışıklarına dönerken, felaket anlamında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla sesleneceğim: Canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhane, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam, gel bana; yaklaşan korkunç felaket unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık...[iii]



[i] Orhan Pamuk, Kara Kitap, İstanbul: İletişim, 1990,  s. 23-24.
[ii] Pamuk,s. 25-26.
[iii] Pamuk,s. 27.

Hiç yorum yok: